
AVRUPA YOK OLURKEN AVRASYA KAYNAŞIYOR
Westfalya devletler sistemi zayıflarken, süperkıta [Avrasya] tek bir akışkan, ele gelir ticaret ve çatışma birimi haline geliyor ve eski imparatorluk mirasları – Rus, Çin, İran, Türk – öne çıkıyor. Orta Avrupa’dan etnik-Han Çin merkezine kadar her kriz, artık birbiriyle bağlantılı. Artık tek bir savaş alanı var.
Aşağıdaki analiz, bu değişime yönelik tarihsel ve coğrafi bir kılavuz.
“Bu kadar takdir ettiğim bir makaleyi okuduğum nadirdir. Gerçekten ufuk açıcı.”
– Henry Kissinger
BATI’NIN DAĞILIŞI
Batı medeniyeti, Soğuk Savaş dönemi ve hemen sonrasında eriştiği jeopolitik özlük ve ham güç düzeyine tarihte daha önce hiçbir zaman erişmemişti. Yarım yüzyıldan uzun bir süre boyunca, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) binyıllık bir politik ve moral değerler geleneğini – kısaca Batı – sağlam bir askeri ittifak halinde yoğunlaştırdı. NATO, her şeyden önce kültürel bir fenomendi. Manevi kökenleri Yunan ve Roma felsefi ve idari miraslarına, erken Orta Çağlarda Hıristiyanlığın ortaya çıkmasına, Amerikan Devrimi’nin fikirlerini doğuran 17. ve 18. yüzyıl Aydınlanmasına kadar gidiyor. Elbette, Batı’nın kilit ulusları Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında ittifaklar halinde birbirleriyle savaştılar ve bu olağanüstü şartlar NATO’nun daha güvenli ve detaylandırmış yapılarının habercisi oldu. Sonuç olarak bu yapılar, kıta çapında bir ekonomik sistemle desteklendi ve Avrupa Birliği’nde (AB) nihayetlendi. AB, NATO’ya içkin değerlere hem siyasal destek sağladı hem de gündelik içerik kazandırdı. Bu değerler genel olarak keyfi cezalandırmaya karşı hukukun üstünlüğü, etnik milletlerin üzerinde hukuk devletleri ve bireyin ırkı veya dini ne olursa olsun korunması idi. Sonuçta demokrasinin seçimlerle olan ilgisi, tarafsız kurumlarla olandan daha azdır. Uzun Avrupa Savaşı’nın (1914-1989) bitimi, bu değerlerin zaferi oldu, komünizm en sonunda yenilmiş ve NATO ve AB, sistemlerini Orta ve Doğu Avrupa’ya, kuzeyde Baltık denizinden güneyde Karadeniz’e kadar genişletmişti. Ve bu kategorik olarak uzun bir Avrupa savaşı idi çünkü savaş dönemi mahrumiyetleri, siyasi ve ekonomik olarak, Sovyet uydu devletlerinde 1989’a dek sürdü, Batı ise Avrupa’nın ikinci totaliter sistemine, tıpkı ilkini 1945’te yendiği gibi, galip geldi.
Medeniyetler çoğu zaman birbirlerinin hilafına zenginleşirler. Tıpkı İslam’ın 7. ve 8. yüzyıllarda Kuzey Afrika’yı ve Levant’ı fethinden sonra İslam’a karşı Hıristiyanlığın şekil ve içerik kazanması gibi, Batı da Nazi Almanya’sı ve Sovyet Rusya’sı karşısında kesin bir jeopolitik paradigma geliştirdi. Uzun Avrupa Savaşı’nın artçı şokları Yugoslavya’nın dağılması ve Rusya içindeki kaosla 20. yüzyılın sonuna kadar uzadığından, NATO ve AB, ilki Yugoslavya vakasında sefer kabiliyetini sergileyerek, ikincisi ise Rusya’nın güçsüzlüğünden faydalanıp eski Varşova Paktı içine doğru iç yollar inşa ederek, her zamankinden daha fazla alakalı hale geldiler. Bu çağa Soğuk Savaş adı verildi, yani, onu önceleyen ve hala etkilemeye devam eden şeyle tanımlanıyordu.
Batı medeniyeti yıkılmıyor; daha ziyade, seyreliyor ve dağılıyor. Hem küreselleşme başka hangi şekilde tanımlanabilir ki?
Bir yüzyılın dörtte üçü boyunca süren Uzun Avrupa Savaşı, bugün halen olayları etkilemeye devam ediyor ve ABD ordusunun artık boğuşmak zorunda olduğu, Avrupa’nın çok ötesindeki yeni bir dünyayı tarif edişimin giriş noktasını teşkil ediyor. Ve Avrupa’nın şu an yaşamakta olduğu sıkıntılar bu yeni dünyaya bir giriş teşkil ettiğinden, oradan başlayacağım.
Avrupalı seçkinleri, 1940’ların sonundan başlayarak, içsel kültürel ve etnik bölünmeleriyle geçmişi hepten reddetmeye iten, belki de iki dünya savaşının yol açtığı anıtsal yıkımdı. Yalnızca Aydınlanmanın soyut idealleri korundu, bunlar ise sonuç itibariyle siyasal mühendislik ve ekonomik deneyimlemeye yol verdi, böylelikle 1914-18 ve 1939-45’in insani acılarına spesifik ahlaki yanıt, yüksek ölçüde regüle ekonomiler anlamına gelen, cömert sosyal refah devletlerinin oluşturulması oldu. İki dünya savaşı doğuran ulusal-siyasal çatışmalar ise tekrarlanmayacaktılar, çünkü uluslarüstü işbirliğinin diğer yönlerine ek olarak, Avrupalı seçkinler, kıtanın büyük çoğunluğuna parasal birlik empoze ettiler. Ancak en disiplinli kuzey Avrupa toplumları haricinde, bu sosyal refah devletlerinin pahalıya mal olduğu ortaya çıktı, tıpkı tek para biriminin güney Avrupa’nın zayıf ekonomilerinin devasa borçlar biriktirmesine sebep olması gibi. Ne yazık ki, 2. Dünya Savaşı sonrasının ahlaki kefaret girişimi, zaman içinde inatçı bir ekonomik ve siyasal cehennem biçimine yol açtı.
İroni derinleşiyor. Avrupa’nın 20. yüzyılın ikinci yarısındaki sıkıcı ve mutlu on yılları, kısmen Müslüman Ortadoğu’dan demografik ayrılığının sonucuydu. Bu da Uzun Avrupa Savaşı’nın, Libya, Suriye ve Irak gibi totaliter hapishane-devletlerin onlarca yıl Sovyet danışmanlığı ve desteği ile arkalandığı ve sonrasında kendi başlarına bir yaşama başladığı Soğuk Savaş aşamasının bir ürünü idi. Avrupa uzun bir süre boyunca bu açıdan şanslıydı: Güce dayalı siyaseti reddedebilir ve insan hakları vaaz edebilirdi, tam da yanı başındaki milyonlarca Müslüman, hareket özgürlüğü de dahil olmak üzere insan haklarından mahrum olduğundan. Ama o Müslüman hapishane-devletlerin tümü, borca batmış ve ekonomik olarak durgun Avrupa toplumlarına doğru bir mülteci akınını serbest bırakarak çöktü (ya kendi kendilerine ya da dış müdahale ile). Avrupa şimdi, gerici popülizmin belirleyici bir dinamik haline gelmesiyle içten çatırdıyor ve kıta boyunca Müslüman mültecilerin bir ülkeden diğerine hareketini engellemek için yeni sınırlar yükseliyor. Bu esnada Avrupa, bir bütün olarak Afro-Avrasya’nın kaderi ile yeniden birleştiğinden, dışarıdan da çözülüyor.
Tüm bunlar doğal olarak coğrafya ve tarihten geliyor. Erken ve orta antikitede yüzyıllar boyunca Avrupa, Geç Antikite’deki Arap işgaline dek Kuzey Avrupa’yı da içerecek şekilde Akdeniz Havzası’nın bütünü demekti, veya Romalıların verdikleri ünlü isimle Mare Nostrum (“Bizim Deniz”). Altta yatan bu realite asla ortadan kalkmadı: 20. yüzyıl ortasında, Fransız coğrafyacı Fernand Braudel, Avrupa’nın gerçek güney sınırının İtalya ya da Yunanistan değil, göçmen kervanlarının kuzeye yolculuk için toplaştığı Sahra Çölü olduğunu çıtlatmıştı.[1]
Avrupa, en azından bildiğimiz şekliyle, yitmeye başlamış durumda. Ve bununla, Batı’nın kendisi de – en azından keskin şekilde tanımlı bir jeopolitik güç olarak – mevcut anlamını kaybediyor. Elbette, bir medeniyet konsepti olarak Batı epeyce süredir krizdeydi. ABD’deki çoğu üniversite kampüsünde, Batı medeniyeti üzerine derslerin giderek nadirleşmesi ve tartışmalı hale gelmesi bariz gerçeği, yoğunlaşmış kozmopolit etkileşimler dünyasında çokkültürlülüğün etkisini gösteriyor. Roma’nın Yunan ideallerini sadece kısmen miras aldığını ve Orta Çağların ise Roma’nın ideallerini neredeyse kaybettiğini not eden 19. yüzyıl liberal Rus entelektüeli Alexander Herzen söyle diyordu: “Modern Batı düşüncesi tarihe geçecek ve onun parçası haline gelecek, etki bırakacak ve bir yeri olacak, tıpkı bedenimizin toprağa karışması gibi. Bu türden ölümsüzlüğü sevmiyoruz ama elden ne gelir ki?”[2]
Gerçekten de, Batı medeniyeti yıkılmıyor; daha ziyade, seyreliyor ve dağılıyor. Hem küreselleşme başka hangi şekilde tanımlanabilir ki? Doğu ile Batı arasındaki tarihsel bölünmeyi aşındırarak en eklektik kültürel kombinasyon biçimlerine imkan veren şey, ekonomik sınırların çökmesinin ötesinde, Amerikan tarzı kapitalizm ve yönetim pratiklerinin, insan haklarının (bir başka Batılı konsept) ilerlemesi ile de birleşerek dünya çapında benimsenmesidir. Uzun Avrupa Savaşı’nı kazanmış olan Batı, dünyanın geri kalanını fethe çıkmak yerine, şimdi kendisini Reinhold Niebuhr’un “uçsuz bucaksız bir tarih ağı” dediği şeyin içinde yitiriyor.[3] Herzen’in söylediği çözülme başlamış durumda.
YENİ BİR STRATEJİK COĞRAFYA
Avrupa kaybolurken, Avrasya kaynaşıyor. Avrasya’nın birleşmiş hale veya Avrupa’nın Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş Sonrası dönemde olduğu şekilde istikrarlı hale geldiğini söylemiyorum – sadece küreselleşme, teknoloji ve jeopolitiğin etkileşimlerinin, her biri bir diğerini güçlendirerek, Avrasya süperkıtasının, analitik olarak konuşursak, tek bir akışkan ve ele gelir birim haline gelmesine yol açtığını söylüyorum. Avrasya, eskiden sahip olmadığı bir anlama sahip. Dahası, Kuzey Afrika ve Levant’tan mültecilerin Avrupa’ya dolmasının da gösterdiği üzere Akdeniz Havzası’nın yeniden birleşmesi ve de Hindiçin’den Doğu Afrika’ya kadar Hint Okyanusu boyunca dramatik şekilde artan etkileşimler sebebiyle, artık bir nefeste Afro-Avrasya diyebiliriz. 20. yüzyıl coğrafyacısı Halford Mackinder’ın Avrasya ile Afrika’nın birleşimi için kullandığı ifade olan “Dünya Adası” terimi, artık prematüre sayılmaz.[4]
Yavaş yavaş yiten Batı, kendi birlik tohumlarını kıtalar aşan bir yükselen küresel kültüre ekerek, bu gelişmeye iştirak ediyor. Bu süreci daha da cesaretlendiren ise, teknoloji sayesinde mesafelerin ortadan kalkması: yeni yollar, köprüler, limanlar, uçaklar, devasa konteynır gemileri ve fiber optik kablolar. Ancak, tüm bunların olan bitenin yalnızca bir katmanını oluşturduğunu görmek önemli, çünkü daha sıkıntılı başka değişimler de var. Din ve kültür, tam da küreselleşme ile birlikte zayıflamaları sebebiyle, iletişim devrimi yoluyla daha ciddi, tek renkli ve ideolojik biçimde yeniden icat edilmek zorundalar. Boko Haram ve İslam Devleti’ne bakın, bunlar İslam’ı değil ama internet ve sosyal medyadan ilham alan tiransal mutabakat ve kitle histerisinin ateşlediği İslam’ı temsil ediyorlar. Daha önce yazdığım gibi, yaşanan şey sözde medeniyetler çatışması değil, yapay olarak yeniden inşa edilmiş medeniyetlerin çatışması. Ve bu, Ortadoğu hapishane-devletlerinin çöküşünün gösterdiği gibi yalnızca devletler arasında değil devletlerin kendi içinde de görülebilir hale gelen jeopolitik bölünmeleri keskinleştiriyor.
Bu şiddet dolu ve interaktif dünyada, Soğuk Savaş alanı çalışmalarında anlatılan ve kıtalar ve altkıtalar arasındaki sağı solu belli bölünmeler, Uzun Avrupa Savaşı, yaşayan bellekten akıp gittikçe, silinmeye başlıyor.
Şiddetli ayaklanmalar ile iletişim devriminin tüm yönleriyle kombinasyonu – siber etkileşimlerden yeni ulaşım altyapılarına kadar – daha klostrofobik ve yırtıcı şekilde çekişmeli bir dünyayı biçimlendirdi: öyle bir dünya ki toprak halen önemli ve her kriz bir diğeri ile her zamankinden daha fazla etkileşim içinde. Tüm bunlar megakentlerin genişlemesi ve nüfustaki mutlak artışlar ile yoğunlaşıyor. Dünya nüfusu arttıkça ve yeraltı suyu tablası ve topraktaki besinler tükendikçe, insanlar her zerre toprak parçası için savaşacaklar. Bu şiddet dolu ve interaktif dünyada, Soğuk Savaş alanı çalışmalarında anlatılan ve kıtalar ve altkıtalar arasındaki sağı solu belli bölünmeler, Uzun Avrupa Savaşı, yaşayan bellekten akıp gittikçe, silinmeye başlıyor. Avrupa, Kuzey Afrika, Yakın Doğu, Orta Asya, Güney Asya, Güneydoğu Asya, Doğu Asya ve Hint altkıtası, jeopolitik konseptler olarak giderek daha az anlamlı olmaya yazgılı. Bunun yerine, hem katı sınırların hem de kültürel farkların aşınması sebebiyle, harita, Orta Avrupa ve Adriyatik’ten başlayan ve tarımın beşiği Çin medeniyetinin başladığı Gobi Çölü’nün ötesinde biten, ayırt edilmesi güç bir geçiş devamlılığının tezahürü olacak. Coğrafya önemini koruyor ama yasal hudutlar daha az önemli hale gelecek.[5]
Bu dünya, feodalizmin işleyişini hatırlatır biçimde, hükümet seviyesinin hem üzerinde hem de altında var olan formel yükümlülüklere giderek daha çok bağlı hale gelecek. Tıpkı İspanya ve Portekiz’de ortaçağ Endülüs’ünün, Arapların hükmettiği ama zorla Müslümanlaştırmanın yaşanmadığı, zengin bir Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan medeniyetleri karışımını görmesi gibi, bu yükselen dünya – elbette çatışma alanlarının dışında – Batı’nın liberal ruhunun içine çözüldüğü ve ancak bu şekilde yerini bulduğu bir hoşgörü ve kekremsi kültürel karışımlar dünyası olacak. Bölgesel çatışmalar ise, yeryüzünün her parçasının artık giderek daha çok birbiri ile bağlantılı hale gelmesi sebebiyle, neredeyse daima küresel etkilere sahip olacak. Kısacası, on yıllardır İran, Rusya ve Çin’i içeren yerel çatışmalar, Avrupa ve Amerikalara yönelik terörist ve siber saldırılara yol açtı.
Coğrafi bölünmeler 20. yüzyıldakinden hem daha büyük hem de daha az olacaklar. Daha büyük olacaklar çünkü egemenlikler katlanarak artacak; yani, AB gibi uluslarüstü bir organizasyon silikleşse ve ASEAN gibi bir tanesi bu gözdağı ve güç dünyasında pek az anlam ifade etmeye yazgılı olsa da, daha fazla sonuca ulaşmak için mevcut devletlerin kendisi içinden bir dolu şehir devletleri ve bölgesel devletler ortaya çıkacak.[6] Öte yandan coğrafi bölünmeler daha az da olacak, çünkü Avrupa ile Ortadoğu, Ortadoğu ile Güney Asya ve Güney Asya ile Doğu Asya gibi bölgeler arasındaki farklar – ve özellikle de ayrımın derecesi – azalacak. Yani harita daha akışkan ve barok hale gelecek, ama aynı kalıp kendisini tekrar edecek. Ve bu aynı kalıp, kara ve demir yollarının, boru hatlarının ve fiber optik kabloların hem çokluğundan hem de güçlenmesinden destek alacak. Açık ki, ulaşım altyapısı coğrafyayı yenmeyecek. Gerçekten de, böylesi bir altyapıyı birçok yerde inşa etmenin maliyeti, coğrafyanın inkar edilmez gerçeğini gösteriyor. Enerji keşif sektöründeki herkes veya Baltık ülkelerini veya Güney Çin Denizi’ni içeren bir savaş oyununa katılmış olanlar, eski model coğrafyanın halen ne kadar belirleyici olduğunu bilir. Aynı zamanda, kritik ulaşım altyapısı da coğrafyayı – ve onun dolayımıyla da çağımızın jeopolitiğini – daha baskıcı ve klostrofobik yapan bir diğer faktörü teşkil ediyor. Şundan emin olalım, bağlantısallık, tekno-optimistlerin iddia ettiği gibi daha fazla barışa, refaha ve kültürel tekdüzeliğe yol açmak yerine, çok daha muğlak bir miras bırakacak. Daha fazla bağlantısallık ile, savaş ihtimali daha yüksek olacak, ve savaşların bir coğrafi bölgeden diğerine yayılma kolaylığı da daha yüksek olacak. Şirketler bu yeni dünyadan en fazla fayda sağlayanlar olacak ama (çoğu kısmıyla) güvenlik sağlama yetersizlikleri ile, nihayetinde kontrol onlarda olmayacak.
Daha fazla bağlantısallık ile, savaş ihtimali daha yüksek olacak, ve savaşların bir coğrafi bölgeden diğerine yayılma kolaylığı da daha yüksek olacak.
Bu süreci Çin hükümetinin Orta ve Batı Asya boyunca Avrupa’ya bir kara köprüsü ve Hint Okyanusu boyunca Doğu Asya’dan Ortadoğu’ya bir deniz yolu ağı inşa etme girişiminden daha çok anlatan başka bir şey yok. Çin ve Pakistan, yanı sıra İran ve Hindistan, uzak ve kara ile çevrili Orta Asya’nın petrol ve doğalgaz alanlarını güneyde Hint Okyanusu ile birleştirmeyi umduğundan, bu kara ve deniz yollarının kendisi iç bağlantılı olabilir.[7] Çin bu altyapı projesini “Bir Kuşak, Tek Yol” olarak adlandırıyor – aslında, yeni İpek Yolu. Ortaçağın İpek Yolu tek bir rota değildi, Avrupa ile Çin’i hem kara üzerinden hem de Hint Okyanusu boyunca narince bağlayan geniş ve rasgele bir ticaret ağıydı. (İpek Yolu, geç 19. yüzyılda bir Alman coğrafyacı olan Baron Ferdinand von Richthofen tarafından o şekilde – Seidenstrasse – adlandırıldı.) İpek Yolu’nun Orta Çağlar boyunca görece eklektik ve çokkültürlü içeriği, tarihçi Laurence Bergreen’e göre, “ortodoksiye veya tek zihniyetliliğe yer vermemesinden” kaynaklanıyordu. Ortaçağ seyyahları, İpek Yolu’nda “kompleks, çalkantılı ve tehditkar ama yine de geçirgen” olan bir dünya ile karşılaştılar. Sonuç olarak, her yeni seyyahın anlatımıyla, Avrupalılar dünyayı “daha küçük ve daha yönetilebilir” olarak değil, “daha büyük ve daha kaotik” olarak gördüler.[8] Bu, dünya ne kadar küçülürse, teknolojinin ilerlemesi sebebiyle, tümü birbirine geçmiş ele avuca sığmaz sayısız krizi ile aslında o kadar geçirgen, karmaşık ve bunaltıcı göründüğü kendi zamanımızın mükemmel bir tarifi. İpek Yolu’nu enine boyuna dolaşmış olan geç 13. yüzyıl Venedikli taciri Marco Polo, en çok bu dünya ile arasında kurulan ilişkiyle meşhur. Ve seyahat ettiği bu rota, önümüzdeki çağda Avrasya’nın jeopolitiğini tanımlamak için en iyi taslağı sunuyor.
MARCO POLO’NUN YOLU ÜZERİNDEKİ GEÇKİN İMPARATORLUKLAR
Asya’ya 24 yıl süren gezisine 1271’de Adriyatik’in doğu kıyısından demir alarak başlayan Marco Polo, Hanbalık’taki (günümüz Pekin’i) Moğol imparatoru Kubilay Han’ın huzuruna varmadan önce Filistin, Türkiye, kuzey Irak, İran’ın tamamı (Azeri ve Kürt kuzeyinden Basra Körfezi’ne dek), kuzey ve doğu Afganistan ve Çin’in etnik-Türk Xinjiang vilayetinde epeyce zaman geçirecekti. Hanbalık’tan Çin’in tümüne ve Vietnam ve Myanmar’a yolculuklar yapacaktı. Venedik’e dönüş rotası onu Hint Okyanusu’ndan geçirecekti: Malakka boğazından Sri Lanka’ya, Hindistan’ın batı kıyısı Gucerat’a ve Umman, Yemen’e ve Doğu Afrika’ya gezilere. Erken 21. yüzyıl dünyasının bir jeopolitik odak noktası olsa, bu şöyle olurdu: Basra Körfezi’nden Güney Çin Denizi’ne kadar ve Ortadoğu, Orta Asya ve Çin dahil Büyük Hint Okyanusu. Mevcut Çin rejiminin önerdiği kara ve denizden İpek Yolu, Marco Polo’nun seyahat ettiği rotayı aynen kopyalıyor. Bu tesadüf değil. Yuan Hanedanlıkları ile Çin’e 13. ve 14. yüzyıllarda hükmetmiş olan Moğollar, aslında, “küreselleşmenin erken uygulayıcılarıydılar”, yaşanabilir Avrasya’nın tamamını gerçek anlamda çokkültürlü bir imparatorluk olarak birleştirmek istiyorlardı. Ve Yuan Çin’inin en esaslı silahı – Moğollar’ın kanlı ününe rağmen – kılıç değil ticaretti: değerli taşlar, dokumalar, baharatlar, metaller vs. “Moğol Barışı”nın amblemi, askeri gücün izdüşümü değil ticaret yollarıydı.[9] Moğol büyük stratejisi, savaştan çok daha fazla ticaret üzerine inşa edilmişti. Çin’in bugünkü büyük stratejisini anlamak istiyorsanız, Kubilay Han’ın imparatorluğundan ötesine bakmanıza gerek yok.
Fakat Kubilay Han bu tasarısında hepten muvaffak olmadı. Pers ve Rusya Çin’in kontrolünün ötesindeydi ve Çin’den Himalayalar yüksek duvarı ve her iki yandaki denizlerle ile ayrılmış olan Hint altkıtası, kendi jeopolitik adasında kalıyordu. Yine de Kubilay Han, her zaman Çin medeniyetinin tarımsal beşiği olmuş olan üssünü, orta ve doğu Çin’de, batı çölünün Müslüman azınlık bölgelerinden uzakta güçlendirdi. Bunların tümü içinde, Marco Polo’nun dünyasının jeopolitik karakteristiği, kabaca bugünkü jeopolitiğimize denk düşer.
Marco Polo geleceği Çin’de görmüştü. Kömür, kâğıt para, gözlük ve barut Avrupa’nın o dönem bilmediği Çin harikalarıydı. Hangzhou şehri ise, dev hendeği ve kanalları üzerindeki yüzlerce köprüsü ile, Marco Polo’nun gözünde Venedik kadar güzeldi. Fakat Tibet’e seyahati, kasti yıkımı ve uzak bir vilayetin zorla bağlanması ile, onun Yuan Çin egemenliğinin karanlık yüzünü de görmesini sağladı.
Hindistan jeopolitik adasının yanı sıra, Marco Polo’nun Seyahatler’inde anlattığı özellikle önemli iki kara parçası Rusya ve Pers (veya bugün verdiğimiz adla İran). Çok az ve uzaktan gözlemlediği Rusya’yı, kürk zengini verimli bir boş arazi olarak anlatıyor. İran, onun gözünde Çin’den sonra ikinci geliyor, Pers İmparatorluğu’nun hem Büyük İskender’in hem de Herodot’un yollarına hükmettiği gibi. Pers ülkesi, antikitede Nil’i, İndus’u ve Mezopotamya’yı ticaret yolları üzerinden Çin ile bağladığı için tarihin ilk süpergücü. Tarihte çok sık olduğu üzere, her şey, Yüksek Orta Çağlar’da dili İslam’ın Doğu’ya yayılmasında ana araç olan Pers ülkesi ile ilgiliydi.[10] Dolayısıyla, Avrasya’nın Marco Polo’nun ömrünü kapsayan 13. yüzyıldaki bir haritası – “Büyük Han’ın İmparatorluğu” ve “Pers Hanları” tarafından paylaşılan – şimdi çok daha karmaşık ve teknolojik bir şeyin arkaplanı.[11]
Rusya ve Çin’i özellikle kırılgan yapan şey, bu devletlerin halen, egemen etnik ve dini gruplarının anayurtlarının ötesine uzanan gerçek anlamda imparatorluk boyutuna sahip toprakları kapsamaları.
Tüm bu karmaşıklık içinde, Türkiye, İran, Rusya ve Çin’in imparatorluk deneyimleri bugün her bir ülkenin jeopolitik stratejisini açıkladığından, imparatorluğun dünya işlerinin düzenleyici ilkesi olmayı sürdürdüğünü aklınızda tutun. Aynı miras her bir ülkenin nasıl zayıflayabileceğini veya kısmen parçalanabileceğini de açıklıyor. Avrasya’yı tanımlamaya devam eden şey, tarihin değişmezliği – imparatorluğun sağladığı istikrar değil sadece; başkentteki krizler uzak vilayetlerde yönetilemezliğe yol açtığından, emperyal hanedanlıklar arasındaki fetret devirlerinde ortaya çıkan kaos da aynı zamanda. Ve dünya çapında artan şekilde içbağlantılı hale gelen krizlerden patlak veren istikrarsızlığa ek olarak, iletişim teknolojisinin bireyleri ve küçük grupları güçlendirmesi sebebiyle, emperyal yönelimli güç merkezleri her zamankinden daha büyük tehdit altında. Ve tüm bu devletlerin, özellikle de kendi iç istikrarları asla garanti görülmemesi gereken Rusya ve Çin’in yüz yüze oldukları akut ekonomik zorluklara dair daha hiçbir şey söylemeksizin durum bu.
Dolayısıyla yeni Avrasya haritasının ilk katmanını Geçkin İmparatorluklardan müteşekkil olarak düşünün: ilan edilmemiş imparatorluklar ama, yine de emperyal bir zihniyetten işliyorlar, resmi torak toprak kontrolleri, Türkiye ve İran’ın durumunda, kendi eski egemenlik alanlarından çok daha az – ve Rusya ve Çin’in durumunda daha geniş. Rusya ve Çin’i özellikle kırılgan yapan şey, bu devletlerin halen, egemen etnik ve dini gruplarının anayurtlarının ötesine uzanan gerçek anlamda imparatorluk boyutuna sahip toprakları kapsamaları. George Kennan, emperyalizm için en büyük argümanın “arızi gereklilik” olduğunu söylemişti, yani “bu toprakları almazsak, başka biri alacak ve bu daha kötü olacak.”[12] Bu sebeple, emperyalizm şu ya da bu şekilde, asla ölmeyecek.
TÜRK, İRAN VE ORTA ASYA GÜCÜ
Türkiye ve İran, uzun ve kıymetli imparatorluk mirasları sayesinde, Yakın Doğu’daki en tutarlı devletler; Anadolu kara köprüsünü ve İran platosunu kapsayan doğal coğrafyaları bunu daha da kuvvetlendiriyor. Tutarlı derken şu anki rejimlerinin istikrarlı olduğunu değil, kurumlarının Arap dünyasındakine kıyasla çok daha fazla derinliğe sahip olduğunu, bu nedenle Türkiye’de 2016 yazında yaşanan darbe girişimi ve ardından gelen baskı dönemi gibi istikrarsızlıkları muhtemelen atlatacaklarını söylüyorum. Türkiye ve İran berbat durumdalar ama Arap dünyasının çoğunluğunun daha beter durumda olduğu unutulmasın. Örneğin Suudi Arabistan: arkasında dayanabileceği hiçbir imparatorluk mirası olmayan görece genç ve yapay bir krallık. Necid ile Hicaz arasında büyük bölgesel farklılıklar var ve suya aç nüfusunun birkaç on yıl içinde ikiye katlanmasıyla siyasi olarak daha da tutarsız hale gelebilir. Dahası, ABD’deki doğalgaz devrimi sebebiyle Suudi Arabistan artık hidrokarbon alanında ihtiyaca göre üretimi artırıp düşürebilen küresel ‘swing üretici’ konumunu da kaybetti. Enerji Uzmanı Daniel Yergin şöyle yazmış: “Yeni Suudi stratejisi, petrol gelirlerini kullanarak ekonomiyi çeşitlendirmek ve kalkınmaya dönük bir yatırım motoru olarak dünyanın en büyük devlet varlık fonunu inşa etmek. Hedef, petrol dışı devlet gelirlerini 2030’a kadar en az altı kat artırmak.”[13] Ama Krallık bu amacına tamamen veya kısmen ulaşsa bile – ki bu çok zor – Suudi Arabistan’ın jeopolitik gücünün zirvesine ulaştığını ve artık inişe geçtiğini söyleyebiliriz.
Etnik Kürt bölgelerinin Türkiye, Suriye, Irak ve İran’ı kesen durumu, Suriye ve Irak’ta savaşın sürdüğü bir dönemde, dışa doğru Osmanlı benzeri bir genişlemeci politikayı zorunlu kılıyor.
Türkiye’nin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki dinamik bölgesel politikası, ilk olarak merhum Başbakan Turgut Özal tarafından 1980’ler ve 1990’ların başında dile getirilen daha tarihsel köklere sahip bir Osmanlı emperyal stratejisine geri dönüşü ifade ediyor. Erdoğan gibi dindar bir Müslüman olan Özal (ama onun gibi otoriter eğilimlere sahip değildi), yeni Osmanlıcılığı çoğulcu ve çok etnikli olarak anlıyor, dolayısıyla Türkler ile Müslüman kardeşleri Kürtler arasında bir barışın zeminini sağladığını ve ayrıca Türkler için Arap ve Pers dünyalarındaki Müslüman kardeşlerinin yanı sıra Orta Asya’nın Türk halklarına uzanma imkânı da sağlayacağını düşünüyordu. Yani bu agresif ve anti-demokratik bir strateji değildi. Şunu netleştirelim; Türkiye’yi ordunun yönettiği Soğuk Savaş yılları boyunca biz batıdakilerin o çok takdir ettiği ve normal saydığı “dar … batı yönelimli” Türk dış politikası aslında bir sapma idi – Osmanlı emperyalizmine tövbe eden ve bu arada demokrat falan da olmayan azılı laik Mustafa Kemal “Atatürk”ün şahsına münhasır bir icadı.[14] Jeopolitik olarak Batının işine gelen o diktatöryel Kemalist devlet, bir daha geri gelmeyecek. Türk toplumu böyle bir şey için fazla sofistike hale geldi. Ama yine de Erdoğan’ın, kendi zorlantılı otoriterliği içinde ve Anadolu’nun kendi içindeki Kürtleri boyunduruk altına alma girişiminde, bir yönüyle, tek etnikli bir Türk devleti için beyhude cebelleşen bir Kemalist olduğunu da söylemek gerek. Türkiye için Levant’ta bir kudret simsarı vizyonu dahi çok Osmanlı. Ama bu bir çelişki değil. Etnik Kürt bölgelerinin Türkiye, Suriye, Irak ve İran’ı kesen durumu, Suriye ve Irak’ta savaşın sürdüğü bir dönemde, dışa doğru Osmanlı benzeri bir genişlemeci politika gerektiriyor. Türkiye’nin en kötü kâbusu, doğu Anadolu’daki etnik Kürt bölgelerinin kontrolünü yitirmek. Bu yüzden her zaman bir miktar saldırıya meyyal bir pozisyonda olmalı.
Türkiye’nin kuzey Irak’ta petrol boru hattı inşa etmesinin ve orada İran yanlısı Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne karşı Kürdistan Demokratik Partisi’ni desteklemesinin, bir yandan da Suriye’de YPG’ye karşı çalışmasının sebebi bu. Medyadaki “Irak Savaşı’ndan çıkan tek başarı hikayesi” imajına rağmen, Kürdistan’ın kendisi zayıf ve parçalı. Kürdistan giderek artan şekilde Türkiye ile İran arasındaki nihai jeopolitik savaş alanı haline gelecek: erken modern çağdaki Osmanlı-Safevi emperyal çekişmesinin yeniden dirilmiş bir hali.
Türkiye’nin emperyal geleneği (Selçuklu ve Osmanlı), Erdoğan yönetiminin değerlerini aslında çok doğal kılacak şekilde İslami dönemde kalırken, İran’ın emperyal geleneği (Med, Ahameniş, Part ve Sasani) İslam’dan öncesine gidiyor. 1500’de Şii İslam’ı benimsemesi Sünni Osmanlı İmparatorluğu ile arasında İran’ı Avrupa’dan ayıran yıkıcı bir savaşa yol açan Safevi Hanedanlığı istisna idi.[15] İran’ın İslami ideolojisi ile, kendisine dair Yakın Doğu’daki başarılı bir büyük güç olma fikri arasında belirli bir gerilim yaratan şey bu tarih. Örneğin bakanları Batı ile nükleer anlaşmasını müzakere eden İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, yeniden canlandırılmış kapitalist benzeri bir sistem ile İran’ın bölgesel bir ekonomik güce evrilmesini, Çin’in yaptığı gibi dünyaya açılması ister. Ama dini lider Ayetullah Ali Hamaney, İran’ı daha çok, İslami ideolojisinden taviz verirse dağılacağını düşündüğü (bir azınlıklar mini imparatorluğu olan İran’a etnik Perslerin hükmettiği düşünülürse) bir Sovyetler Birliği gibi algılıyor. Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’ndan Karim Sadjadpour bu ayrışmaya “Pragmatikler karşısında Prensipçiler” [ilk Prensiplere inananlar] diyor. Uluslararası Kriz Grubu’ndan Ali Vaez, bu iki grubun her birini radikalliklerine göre ayırıyor, böylece İran’ın çoklu güç merkezleri içinde nüfuz yarışı yapan en az dört ayrı fraksiyon çıkıyor. Bu son derece desantralize diziliş “özü itibariyle devamlılığı sağlıyor” diyor Vaez.[16] Hem Vaez hem de Sadjadpour, nükleer anlaşmasına rağmen İran’ın önümüzdeki yıllarda Çin modeline doğru ilerlemeyeceğini söylüyorlar. Eski, Gorbaçev öncesi Sovyetler Birliği modelinin kalması daha muhtemel. Yani, gerçek anlamda dinamik bir tür postmodern imparatorluk, hem Ortadoğu hem de Orta Asya’da cazibe merkezi bir güç olmaktan ziyade, İran önümüzdeki daha pek çok yıllar boyunca yolsuz, kaynak zengini, kindar bir devlet olmaya devam edebilir.
Daha canlanmış bir İran görmek isteyenlerden sayıca az olsalar da, din adamları ve Devrim Muhafızlarından oluşan seçkinler iktidarda kalmak için canları pahasına mücadele edeceklerdir çünkü Ruhani’nin hükümetteki destekçileri her zaman Batı’ya kaçma seçeneğine sahipken (ki muhafazakarlar İran-Irak Savaşı’nda siperlerde savaşırken onlar Batı’da eğitim görüyorlardı) gerçekten başka gidecek yerleri yok. Bir analistin de belirttiği gibi, İranlı muhafazakarların Suriye’de Beşar Esad’ı iktidarda tutmak için uyguladıkları şiddet düşünüldüğünde, İran’ın kendi içinde kendi iktidarlarının devamı için neye hazır oldukları hayal edilebilir. Diktatörlüklerin çoğu zaman diktatörün yaşı ve elden ayaktan kesilmesi sebebiyle iktidarda kalma iradesini yitirmesi ile çöktüğünü hatırlayın. Örneğin 1979’da İran Şahı, 1989’da Romanya’da Nikolay Çavuşesku ve 2011’de Mısır’da Hüsnü Mübarek. Şu an İran’ı yöneten cani seçkinler için bunun kısa süre içinde gerçekleşmeyeceği kesin.
İran, kendisine dair Çin veya Hindistan’dan (ve hatta Türkiye’den) hiç de daha az olmayan medeniyet algısı ile, Levant’ın yapay devletleri ve Arap dünyasının diğer kesimleri gibi çözülmeyecek; ama İran ilerlemeyecek de.
İran’ın Levant’ta saldırgan dış politikaya sahip yarı-işlevsiz bir güç olmaya devam etmesi muhtemel. Ülkenin güneydoğusundaki Belucistan veya güneybatısındaki Huzistan gibi yerlerde önümüzdeki yıllarda küçük ayaklanmalar olabilir ama bunlar kontrol edilebilir olacak. İran, kendisine dair Çin veya Hindistan’dan (ve hatta Türkiye’den) hiç de daha az olmayan medeniyet algısı ile, Levant’ın yapay devletleri ve Arap dünyasının diğer kesimleri gibi çözülmeyecek; ama İran ilerlemeyecek de. Spesifik olmasa bile atmosfer olarak hem İran hem de Türkiye, önümüzdeki yıllarda, Türkiye’nin ismen demokratik olduğu ama siyasal ve kurumsal olarak tam bir keşmekeş yaşadığı, sonunda gidip Kıbrıs’ı işgal eden merkez sol Bülent Ecevit’in zayıf başbakanlığı altında esasen asker kültünün hüküm sürdüğü uzun 1970’lerin Türkiye’sine benzer bir hal alabilir.
Hem Türkiye hem de İran, seçilmiş olsun olmasın, çok farklı türden otoriter rejimler altında kötürümleşirken, yine de doğrudan çöküş tehlikesinden uzak kalacaklar. Kürdistan üzerindeki eski-yeni rekabetleri, nihayetinde, birbirinden çok farklı uçlardaki jeopolitik ajandaları ile tüm o bölgesel güçler Akdeniz ile İran platosu arasındaki her yerde kavgaya tutuştuğundan, Şam ve Bağdat’taki eski iktidar merkezleri bir daha asla etkili bir şekilde hüküm süremeyecek olan Suriye ve Irak’ın büyük dağılışını gölgeleyecek bir hale gelecek. Eski Suriye ve Irak’ın haritası, bir çocuğun kirli ellerinden çıkmış bir resmi andırır şekilde, eski kervan rotalarındaki Musul ve Halep gibi şehirlerin birbirine en az kendi eski başkentlerine oldukları kadar karşı olacağı, uydurmasyon ve radikal mikro-devletlerle dolu, Sünni ve Şii savaş çetelerinin denetim alanlarının bir genişleyip bir daraldığı bir haritaya benzemeye devam edecek. Güneyde bir şekilde etkisini yitirmiş bir Suudi Arabistan ile, Levant’ın çöl menzilinde devam eden çukurlaşma, siyasal olarak sıkıntılı Türk ve İran platolarının gücünü daha da artıracak. Şu anda bu savaşlardan kaçan ve bölgede sıkışıp kalmış durumda olan milyonlarca Arap mültecinin çocuklarının, onları radikal İslamcı propagandaya daha açık hale getirecek şekilde, hiçbir eğitim alamadığını da hesaba katın. Beraberinde, hem Türklerin hem de İranlıların çıkarları, Ankara ve Tahran açıktan ne söylüyor olursa olsun, Arapları zayıf, bölünmüş ve birbirleri ile savaş içinde tutmaktan yana. Toplamda, IŞİD’in çökertilmesi ve Beşar Esad rejiminin ayakta kalması – veya düşmesi – herhangi bir istikrar getirmeyecek.
Türkiye ve İran, rejimlerinin dinciliği sebebiyle, Sovyet sonrası Kafkaslar ve Orta Asya’da ciddi şekilde sınırlı bir nüfuza sahipler.
Türkiye ve İran, rejimlerinin dinciliği sebebiyle, Sovyet sonrası Kafkaslar ve Orta Asya’da ciddi şekilde sınırlı bir nüfuza sahipler. Bir enerji üreticisi olan Azerbaycan ne demek istediğime örnek. Azerbaycan’ın Türkiye ile etnik ve dilsel bağı Bakü ile Ankara arasında Türkiye’nin de Azerbaycan gibi laik olduğu 1990’larda son derece yakın ilişkilere yol açtı. Ama Türkiye İslamcılaştıkça, kendisi bir kenara bırakmış olsa bile Atatürk’ün laikliğe bağlılığına halen göze batırırcasına tapan Azerbaycan’dan uzaklaşıyor. Bir de Türkiye’nin, Siberya’dan Avrupa’ya Karadeniz’in altından geçen bir gaz nakil hattı geliştirmek için Rusya ile birlikte çalışma kararı var ki bu proje Azerbaycan’ın kendi gaz ihracat planları ile rekabet ediyor.[17] İran’ın ise, teorik olarak, demografik, kültürel ve dilsel ağırlığı ile Kafkaslar ve Orta Asya’da ciddi nüfuza sahip olması gerekir – çünkü Pers ülkesi tarihsel açıdan tüm bu bölgenin örgütleyici prensibi olmaya devam ediyor. Dahası İran geleneksel olarak bir Ortadoğu gücü olduğu kadar Orta Asya gücü de. Ama Tahran’ın steril İslami ideolojisi, gelenekleri halen Türk senkretizmi ve şamanizminin yanı sıra Sovyet ateizminin etkisinde olan bu ülkeleri itiyor. Rejimin sert şekilde bastırmasının yanında, İslami ayaklanmaların bölgede en azından şimdilik neden tutunamadığının bir sebebi de bu. İran’ın İslamcı ideolojisinin, büyük oranda İslam öncesine dayanan emperyal gelenekleriyle çatıştığı nokta burası. Böylece, Marco Polo’nun güzergahı boyunca doğuya doğru giderek Türkiye ve İran’ın solan emperyal nüfuzunu geride bıraktıkça, çok hızlı bir şekilde buradaki prestiji Türkiye’den, İran’dan, Rusya’dan veya o hususta Amerika’dan çok daha büyük olan Çin’e dayanıyoruz.
Rusya’nın 2008’de daha geniş eski sınırları ile Gürcistan’ı işgali bu süreçte bir dönüm noktasıydı. O zamana dek Ermenistan Rusya ile, Gürcistan ise ABD ve Avrupa ile aynı saftaydı. Rusya’yı baypas eden ve Bakü’den Gürcistan’a ve Türkiye üzerinden de Akdeniz’e uzanan petrol ve doğalgaz hatları sayesinde, enerji zengini Azerbaycan da Batı’yla aynı saftaydı. Ama Müslüman Azeriler, Rusya’dan hazzetmemeye devam etseler de, Amerika’nın 2008’de Gürcistan’dan sıvıştığını gördüler – Hıristiyan bir ülkeden, hem de en çok ihtiyaç duyulduğu anda – ve Washington’ın artık kriz durumunda güvenilemeyeceğini anladılar. Ve bir de, Ruslar artık Azerilere silah satıyor, hem de Ermenileri de cepte tutarken. 1970’lerin sonunda, Moskova müttefiki Somali’yi baş düşmanı Etiyopya için yüz üstü bıraktı çünkü Etiyopya daha zengindi ve daha kalabalık bir nüfusa sahipti. Moskova Kafkaslarda Ermenistan ile Azerbaycan için de aynısını yapacaktır. Ama henüz değil çünkü bölgesel durum aslında halen çok karmaşık.
Durum şu: Azeri liderliği, Özbekistan, Kazakistan ve iç Asya’nın tümü de laik ve otoriter olan diğer eski Sovyet cumhuriyetleri ile birlikte, Arap Baharından ve onu ele geçiren İslamcı ayaklanmalardan dehşete düştüler. Rusya ile Türkiye arasındaki gerilimlerin ve enerji fiyatlarındaki düşüşün yanı sıra Rusya’nın Ukrayna’daki saldırganlığından da dehşete düştüler. Bu çalkantılı dünyada dostları olmadığını gördüler ve ABD de onlar için giderek daha az önemli hale geliyor, özellikle de hemen yanı başlarındaki Afganistan’dan – belki de yenilgi ile – nihai geri çekilişi bir boşluk yaratabileceğinden. Dolayısıyla aşamalı olarak, Çin ekonomik ve siyasi desteğinin yardımıyla, bu eski Sovyet cumhuriyetleri, Rus yanlısı unsurları bürokrasilerinden sessizce uzaklaştırarak ve ekonomilerini Rusya’nınkinden ölçülebilir şekilde bağımsızlaştırarak kendi kurumlarını güçlendirmekteydiler. Genel itibariyle, Ruslara kafa tutuyorlardı – dolayısıyla Rusya bir tek Kazakistan ve Kırgızistan’da etkisi sürdürüyor (ilkinin Rusya ile olan çok uzun sınırı, ikincisinin de kurumsal zayıflığı nedeniyle). Burada büyük resim, Orta Asya’da devlet meşruiyetinin – bu cumhuriyetlerin birçoğu Stalin’in suni yaratısı olmasına rağmen – kısa vadede en azından beklenenden bir şekilde güçlü çıktığı. (Kırgızistan ve Tacikistan küçük devletleri, dağlık coğrafyalarının bölünmüşlüğü ile bariz istisnalar. Gerçi Özbekistan, İslam Kerimov’un ölümü sonrasında gerçek bir test vakası olacak.[18]) Kısaca Rusya, düşüşteki ekonomisi ile bölgede sıkışmış durumda ve Çin, inşa ettiği kara ve demir yolları, köprüler, tüneller ve boru hatları ile, Çin’in emperyal nüfuzunun Orta Asya boyunca kuzeydoğu İran’a kadar uzandığı, 8. ve 9. yüzyıllardaki Tang Hanedanlığının günlerini geri çağırıyor. 2013’te, Çin bölgesel ticarette Rusya’yı ciddi şekilde geçerek beş eski Sovyet Orta Asya cumhuriyeti ile 50 milyar dolar ticaret yaptı (Rusya 30 milyar dolarda kaldı). Çin şirketleri artık Kazakistan petrol üretiminin çeyreğine sahip ve Türkmenistan gaz ihracatının yarısından fazlasına.[19]
Şangay’daki Fudan Üniversitesi profesörü Zhao Huasheng “Orta Asya, tüm büyük güçlerin birleştiği tek yer olması ile eşsiz,” yazmış. Ne de olsa, tarihsel Orta Asya yalnızca eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden ibaret değil, Moğolistan, Çin Xinjiang’ı (Doğu Türkistan) ve Afganistan’ı da içeriyor. Ve Çin ile Rusya’nın eski Sovyet cumhuriyetlerindeki (kendi emperyal geçmişlerinin de şekillendirdiği) etkisine ek olarak, ABD de askeri olarak Afganistan’la meşgul kalıyor. İran emperyal geçmişinin çoğunluğunda batı Afganistan’da, Hindistan ise doğu Afganistan’da hâkim olmuştu.[20] Gerçekten de, eski Sovyet cumhuriyetlerini kavramsal olarak ayrı bir birim olarak görmeye alışkın olsak da, kaderleri yanı başlarındaki huzursuz Xinjiang ve savaştan bitap Afganistan’da ne olacağına giderek daha fazla bağlı olacak.[21] Dünya gücünün kim olacağına karar verilen yerin Orta Asya olacağı anlamına gelmiyor bu, ama Orta Asya’nın bu güç ilişkilerinin bir sicili olacağı anlamına geliyor. Yani Orta Asya, bize kimin elinin güçlü, kiminkinin zayıf olduğunu gösterecek.
RUSYA VE İNTERMARİUM
Tüm bu karmaşa ve kıyametin kuzeyinde, ortaçağdaki çarlarının, Napolyon ve Hitler’den çok önce İsveçlilerin, Lehlerin ve Töton Şövalyelerinin işgaliyle yüz yüze kalmış ve bu yüzden Moğollarla ittifak yapmayı seçtiği sırada bile, Doğu Ortodoks yetkisi Avrupa’yı bugün olduğu hale getiren tarihsel çağların (Rönesans ve Aydınlanma) parçası olmamış olan Rusya var. Vladimir Putin’in Avrasyacılığının bu geçmişte derin kökleri var ve dolayısıyla “imparatorluk Rus devletinin varsayılan seçeneği”.[22] Putin, 17. yüzyıl ortasında Kiev Rusya’sının (yani Ukrayna) ortaçağdaki kalbine doğru güneye çarcı emperyal genişlemenin, Rusya’nın nihai düşmanı Lehistan-Litvanya Birliği’nin erken çözülüşünü getirerek büyük yarar sağladığını biliyor.[23] Stalin de bu hikayeyi iliğine kadar biliyordu ve bu nedenle Rusya’yı gerçek ve algılanan tehditlere, özellikle de Orta ve Doğu Avrupa’dan gelenlere karşı korumak için sözde devrimci emperyal bir paradigmayla yönlendiriliyordu. Ve Ortadoğu Orta-Doğu Avrupa ile bitişik olduğundan, anarşisi Putin’in artık görmezden gelemediği bir şey, özellikle de Rusya’nın bitişik Kafkaslardaki çıkarları düşünüldüğünde. Bu nedenle, Putin Büyük Ortadoğu ve Orta-Doğu Avrupa’ya bakıyor ve tek bir bölge görüyor. Rusya’nın kendi Avrasya coğrafyası bu realizasyona uygun.
Karadeniz Karayiplerin 19. yüzyılda ve Güney ve Doğu Çin denizlerinin bugün olduğundan daha az bir çatışma sistemi değil.
Bunların tümü, Rusya’nın teşkil ettiği tehdidin coğrafi kalbinin Karadeniz havzası haline geldiğini gösteriyor: Rusya’nın Ukrayna, Türkiye, Doğu Avrupa ve Kafkaslar ile kesiştiği yer burası. Ya da başka şekilde açıklayalım, Avrupa’nın Yakın Doğu ile karşılaştığı ve eski Rusya, Osmanlı ve Habsburg emperyal çatışma sisteminin tümünün birleştiği yer. Şüphesiz ki Geniş Karadeniz bölgesi Suriye ve Ukrayna’daki savaşları birleştiren ve Türkiye’yi Rusya’ya karşı durmak için Kafkaslar ve Balkan pivot devletleri Azerbaycan ve Romanya ile birlikte öne ve merkeze koyan bir jeopolitik konsept teşkil ediyor.[24] Karadeniz, Karayiplerin 19. yüzyılda ve Güney ve Doğu Çin denizlerinin bugün olduğundan daha az bir çatışma sistemi değil. Yine de Karadeniz, ABD savunma ve güvenlik bürokrasisinin etrafında örgütlendiği Soğuk Savaş alanındaki çalışmaların mantığı dahilinde sayılmaz. Bunun sebebi Karadeniz’in diğer bölgeler dahilinde ve arasında kalması ve dolayısıyla artık her şeyden önce Avrasya’ya tanımını veren akışkan ve organik bir coğrafyayı sembolize etmesi. Putin entelektüel olarak bunu bizden daha iyi anlıyor. Taktik becerisi isabetli bir coğrafi kavrayıştan kaynaklanıyor.
Dolayısıyla Ukrayna ve Suriye, Putin’in Baltık Devletlerine ve Balkanlara yöneliminden ayrı tutulamaz. Bu gerçeklik 1920’lerin İntermarium konseptini (Latince “denizler arası”, yani Baltık ve Karadeniz arası) ihya ediyor. İntermarium, kuzeyde Estonya’dan güneyde Romanya ve Bulgaristan’a ve doğuda Kafkaslara kadar, bir zamanlar Almanya ile Rusya arasındaki çatışma bölgesini, şimdi ise ABD ile Rusya arasındaki çatışma bölgesini çevreleyen çatışmalı kenar bölgeyi (rimland) oluşturuyor.[25] Dolayısıyla ABD’nin dünya ölçeğinde gücünü belirlemede, Rusya’nın bu çatışmalı kenar bölgeyi “Finlandiyalaştırmasını” önleme kabiliyeti çok büyük rol oynayacak.
Öte yandan, Avrupa artık Soğuk Savaş Sonrası dönemde olduğu gibi jeopolitik olarak Rusya’dan korunmuyor: ya da, daha önce söylediğim gibi, Akdeniz Havzası Müslüman göçü yoluyla yüzlerce yıldır ilk kez gerçekten birleşmiş hale geldiğinden, Avrupa Levant’tan ve Kuzey Afrika’dan da korunmuyor. Dolayısıyla, bölgeler üst üste düştüğünden ve bir şehir veya kasaba ve onu çevreleyen kır ile sınırlı bir anayurt anlamında dahi çok daha belirsiz tanımlandığından, “Doğu”nun belirli bir yerden başlamadığı, Yüksek Orta Çağ’ı hatırlatan çok daha eski bir kartoğrafyaya geri dönmüş durumdayız. Kısacası, karşılaştırmalı olarak zayıf kurumlar, karşılaştırmalı olarak daha yüksek yozlaşma seviyeleri ve Rus organize suç gruplarının Balkan devletlerine Orta ve Batı Avrupa devletlerinden daha yüksek bir siyasal istikrarsızlık seviyesi ile yük olan belirgin varlığı dikkate alındığında, Yakın Doğu, ne kadar inkar edilirse edilsin artık Avrupa’nın kendi içinden [yani Balkanlardan, ÇN] başlıyor. Bunun kendisi, komünizmin ve Uzun Avrupa Savaşı’nın bir mirası. Evet, hemen göze çarpmayan sınıflandırmalar sürse bile, Doğu ve Batı ikiliği dünyayı bölüyor.
TANG ÇİN’İ VE AFGANİSTAN DERSİ
Avrasya’da Rusya ABD’den çok Çin tarafından zapt edilecek. Aslında Rusya’nın Avrasya Gümrük Birliği’nin arkasındaki mantık, Çin nüfuzunu yapabildiği kadar sınırlandırmak.[26] Çin çok ayrı bir emperyal zihniyete sahip. Binlerce yıl pek çok hanedanlık altında çok geniş bir imparatorluk olduğundan, Çin kendi üstünlüğünü hafife alıyor ve sonuç olarak düzgün yönetişim yoluyla başkalarını nüfuzu altına almaya hiç çalışmadı. (Bu ABD’nin, kendi prensiplerine dünya çapında din değiştirme benzeri bir dönüşü amaç edinmiş olan demokratik evrenselciliğine ters.[27]) Çin’in hususi emperyal geleneği, iyi veya kötü her türden rejimle hiçbir suçluluk duymadan masaya oturabilmesine imkan veriyor. Pekin’in yüzlerce yıl tek sorunu, Han Çin’inin ekilebilir arazi beşiğini kısmen kuşatan steplerdeki “barbarlar” idi: ya şiddetle bastırılması, ya rüşvet verilmesi, ya da demografik olarak ezilmesi (tam da bugün olduğu gibi) gereken Tibetliler, Türk Müslüman Uygurlar, İç Moğollar ve diğerleri.
Çin’in her biri en az bir megakent içeren 22 kent kümesinin tümü, tarih boyunca Çin emperyal hanedanlıklarının bölgesini oluşturan ve bu step yarım dairesini dışarıda bırakan Han Çin’inin tarım beşiği içinde yer alıyor. Bu hanedanlıklardan sonuncusu olan Qing (Çing) ya da Mançu Hanedanlığı’nın (ki kendileri de dışardan gelen yabancılardı) barbar çölüne ve step bölgelerine genişlemesi ve dolayısıyla mevcut Çin devletinin coğrafi bağlamını – Müslüman Orta Asya ile çakışan bir devlet – hazırlaması ancak 18. yüzyıl ortasında oldu. Ve yine de Han beşiğini tehdit etmiş olan bu tehlikeli periferi hala mevcut – yalnızca Çin içinde değil, mevcut sınırlarının ötesinde de.[28] Çin İpek Yolu kalkınma stratejisinin bu oynak ve dengesiz azınlık bölgeleri etrafında, bu azınlıkları ekonomik olarak eskiden olduğu gibi pasifize ederek (batı Çin’deki Müslüman Uygur ayrılıkçılarını Güney Asya, Orta Asya ve Orta Doğu’daki radikal İslamcılarla daha fazla temasa sokma ihtimali olmasına rağmen) kestirme bir siyasi çözüm sağlayabileceğini umuyor. Uygur ayrılıkçıları halihazırda Pakistan-Afganistan sınır bölgesinde eğitim almış durumdalar.[29] Yani bağlantı illa ki daha barışçıl bir dünya getirmiyor, özellikle de statükodaki değişimler, daha iyi yönde olsalar bile daha fazla etnik huzursuzluğa sebep olabileceğinden.
Örneğin, Xinjiang’da (Doğu Türkistan), Müslüman Uygurların gerçekten faydasını gördüğü ekonomik modernizasyon sürecinin kendisi, Uygurlar Han Çinlileri ile ekonomik rekabet içinde olduğundan, kendileri için daha radikal bir kimliğin şekillenmesinde pay sahibi.[30] Han Çinlileri Tibetlileri Amerikalıların Navajo’yu gördüğü gibi görürken (bir kıtayı başarıyla nasıl fethettiklerinin egzotik bir hatırlatıcısı), Uygurlardan kesinlikle ürküyorlar. Çünkü İslam Uygurlar için Çin devleti ile bağlantısız, alternatif bir kimliği temsil ediyor. Dalai Lama’ları olan Tibetlilerin aksine, Uygurların Pekin ile iletişim kuracak elit bir liderleri ve eğitimli bir bürokrasileri yok; daha ziyade, çevresel veya başka türlü bir krizle tetiklenebilecek, gelişmemiş, başsız bir ayaklanma gücü gibiler. Uygurlar, akıllı bir Çinli gözlemcinin bana dediği gibi, Çin devletinin halısının altındaki bir bomba. Hatırlayın, merhum Harvard profesörü Samuel Huntington’ın medeniyetler çatışması teorisinin (Huntington’ı eleştirenlerin ya görmezden geldiği ya da hiç anlamadığı) ana argümanı, modernleşme ve kalkınma sürecinin merkezini etnik ve kültürel gerilimin teşkil ettiği idi.[31] Çin’in hızlı modernizasyonu şimdi Huntington’ın tezini kuvvetli bir teste tabi tutuyor.
Çin’in Orta Asya boyunca altyapı genişlemesi, Güney ve Doğu Çin denizlerindeki deniz genişlemesi ile doğrudan bağlantılı. Ne de olsa Çin, bitişik denizlerinde ancak agresif şekilde eyleme geçebilir çünkü artık, şu an için, tarihinde hiç olmadığı şekilde karada bir dereceye kadar güvende. Batı, güneybatı ve kuzeydeki step halkları tarafından sürekli tehdit altındaki Çin, Ming Hanedanı Amirali Zheng He’nin 15. yüzyıl başındaki deniz yolculukları haricinde, doğuda hiçbir zaman bir deniz geleneğine sahip olmadı. Ama küreselleşme, deniz üzerinden iletişim hatlarına abartılı vurgusu ile, Çin gücünün kendi kıtasal kara kütlesinin mavi deniz uzantılarına projeksiyonunu gerektirdi. Bu Çin’in karada güvende kalmasını gerektirdiğinden, aynı zamanda Müslüman Uygurların, Tibetlilerin ve İç Moğolların kalıcı şekilde boyunduruk altına alınması da demek. Bundan dolayı da Tek Kuşak, Tek Yol stratejimiz var. Kısaca, Çin’in sınırları içindeki etnik belaları onu askeri olarak dışarıya ve ekonomik olarak sınırlarının çok ötesine itiyor.
Çin’in sınırları içindeki etnik belaları onu askeri olarak dışarıya ve ekonomik olarak sınırlarının çok ötesine itiyor.
Çin’in yeni İpek Yolu, Tang ordularının ta İran Horasan’ına kadar himaye devletler kurmak için Moğolistan ve Tibet arasındaki alan boyunca kendi yollarını ördükleri ortaçağ öncülününki ile epeyce uyumlu. Gerçekten de, Geç Antikite’nin çoğunluğu, Ortaçağ ve erken modern dönem boyunca Çin’in tehlikeli step periferisine neredeyse dokunan, lengüistik ve emperyal alanı Akdeniz’den Orta Asya’ya kadar uzanan, Pers ülkesi idi. Hem Çin hem de Pers ülkesi zengindi, İpek Yolu sebebiyle birbirleri ile temas ettiklerinde bile, savaşçı çöl halkları tarafından kuşatılmış tarım medeniyetleri kurmuşlardı. Ve ikisi de modern çağda Batılı güçler tarafından aşağılanan büyük imparatorluklardı. Sino-İran ilişkilerini bugün sürdüren duygusal ve tarihsel temel bu işte.[32] İran’ın demiryolları genel müdür yardımcısı Hüseyin Aşuri, “İpek Yolu ile hedefimiz önce İran pazarını Çin pazarı ile [yani özel olarak Orta Asya’dan ziyade] birleştirmek.”[33] Dolayısıyla, Avrasya iç bölgesi teması giderek zayıflayan devletler olsa da, büyük eski imparatorlukların geri kalandan bir şekilde daha yavaş hızla uyanışı ile birlikte, tümü arasında daha yoğunlaşmış bağlar ve etkileşimler de olacak.
Bu yüzden anarşi öngören kötümserler ile daha fazla bağlantı öngören iyimserler arasındaki ikiliği unutmayın: İki trend de eşzamanlı gerçekleşecek. Ve liberal aklın takıntılı olduğu lineer ilerleme paradigmasının dışında düşünüldüğünde, bunda hiçbir çelişki yok. Marco Polo’nun dünyasını bir kere daha düşünün: seyyah için büyük, ezici tehlike demek olan ama bir İpek Yolu bağlamının – tüm o zenginlik yaratma gücüyle – yine de var olduğu o dünya.
Tüm bu ülkeler içinde Pakistan, Çin’in Avrasya boyunca İpek Yolu’nu Hint Okyanusu boyunca İpek Yolu ile birleştirme kabiliyetinin sınandığı yer olacak. İpek Yolu’nun bu kısmı, Pakistan’ın Arap Denizi limanı Gwadar’dan (zaten Çin’in inşa ettiği bir liman) Belucistan çölü üzerinden kuzeye ve Karakurum dağlarından Çin’in batı Xinjiang Eyaleti’ne kadar 1800 millik bir süper otoyol ve süper hızlı demiryolunun inşası için Çin’in önerilen 46 milyar dolarlık yatırımının tüm gücüne ihtiyaç duyacak. 1947’deki bağımsızlıktan bu yana hiçbir şey Pakistan’ı istikrara kavuşturmak – hudut ayaklanmalarını dindirmek – için bu projenin tamamlanmasından daha yararlı olamaz ve Çin’in kendi step periferisinin hakimiyetini başka hiçbir şey daha sıkı temin edemez. Gerçekten de, Pakistanlıların Kuzey Veziristan’daki terör ağlarının üzerine birkaç yıl önceki gibi gitmesini Amerikan basıncından çok daha büyük ölçüde Çin basıncı sağlamış olabilir çünkü İpek Yolu, Pekin’e İslamabad’da Washington’un yalnızca hayalini kurabileceği bir koz veriyor.
Ancak Çin’in Pakistan’ı kurtarabileceği şüpheli. Pakistan hükümetinin serpilen medya ve sivil toplum örgütleri tarafından giderek daha fazla hesap verme pozisyonuna sokulduğu – ve sonuç olarak sivil toplumu İslamabad ve Lahor’daki spektrumun en tepesine kadar genişlettiği – doğru, İslamabad’daki partiler arası savaşın bir miktar hafiflediği de doğru, ancak ülke temel olarak kötüleşmeye devam ediyor. Elektrik kesintilerinin (“yük hafifletme” diye adlandırılıyorlar) her zamankinden daha uzun olduğu (kömür ithalatı sayesinde yakın zamanda hafiflemesi muhtemel olsa da) ve su kıtlığının kötüleştiği söyleniyor. Pakistan’ın nüfus artışı hala yıllık yüzde 2’nin üzerinde, yani nüfusu her 35 yılda ikiye katlanıyor. (Yaş ortalaması 22,7.) Yolsuzluk yaygın ve mücadele edildiğine dair hiç işaret yok. Giderek büyüyen bir gecekondu kent (korunaklı villa adaları ile) olan 24 milyon nüfuslu Karaçi, suç ağları ve Afganistan’a bitişik şiddet dolu kabile bölgelerinden mülteciler ile tanımlanıyor. Güvenlik kaygılarıyla, Pakistan siyasilerin toplantıları artık Pakistan’da bile değil Dubai’de yapılıyor. Yine de Pakistan devleti çökmeyecek, çünkü temelde 100 civarı varlıklı aileden oluşuyor. (İpek Yolu projesinden mali olarak en çok fayda görecek olanlar bu aileler.) Bu oligarşi aslında Filipinler’dekinin bir benzeri – zorlu bir coğrafyadaki bir başka geniş, kurumsal olarak zayıf, aşırı kalabalık devlet. Elbette Pakistan, Filipinler’in aksine 200 nükleer silaha sahip ve daha küçük, taktik olanlarını da üretip Amerikalıların yerini belirlemesini zorlaştırmak için bunları ülke boyunca yerleştiriyor.
Yani burada da aynı izlek devam ediyor: Çukurlaşan bir Levant ile iç siyasette sıkıntılı bir Çin arasındaki geniş alanda, hiçbir devlet etkili şekilde yönetme kapasitesini geliştirmiyor. Hepsi ya zayıflıyorlar ya da pek de iyi olmayan bir yönde ilerliyorlar.
Pakistan’ın kronik istikrarsızlığı Çin’in Hint Okyanusu’ndan kuzeye batı Çin’e doğru İpek Yolu projesini tamamlama becerisini, güneydeki Belucistan’dan kuzeydeki Xinjiang’a kadar tüm güzergah boyunca kesintisiz kaynayan bir dizi ayrılıkçı şiddetle pek ala sınırlandırabilir. Bu yolda, Çin, güvenli bir iç varlık olarak, ancak, diyelim ki kârlı ticaret dokunaçlarının dışarı doğru açıldığı geniş ekilebilir beşiği dahilinde var olabilir. Bu nedenle, Çin’in ve onun gölge bölgelerinin gerçek haritası, yine, Marco Polo’nun bildiği ortaçağdakine benzeyecektir. Dünyanın kuru-kara kısmı açısından, bize hiçbir bölge, kimin daha çok güç sahibi olduğunu ve 21. yüzyılda işlerin gerçekte ne kadar istikrarlı olduğunu, Kafkaslar, İran, Afganistan ve Pakistan’ı kapsayan Büyük Orta Asya’dan fazla söyleyemez.
Bir an için Afganistan’ı düşünün. ABD ordusunun Afganistan’da görüntü kurtardığı ama istikrarı sağlayamadığı söylenebilir. Afganistan’ı ekonomik ve belki de politik olarak bile istikrara kavuşturmanın anahtarı varsa, esasen kaynak ekstraksiyonu üzerinden Çin’in ve ayrıca, güneyde Afganistan üzerinden Hint Okyanusu’na bir doğalgaz nakil ağı inşası ile Hazar Denizi ülkelerinin elindedir. Öte yandan, Hindistan ve İran Afganistan’da Pakistan ve Suudi Arabistan nüfuzunu engellemek için birlikte çalışıyorlar. Hintliler ve İranlılar Hint Okyanusu’ndaki İran limanını Orta Asya’ya bağlayan Çar Bahar liman ve nakil projesini inşa edebilirlerse, bu Gwadar’dan kuzeye doğru uzanan Çin-Pakistan İpek Yolu projesi ile tamamlanabilir. Afganistan’ın eski Sovyetler Birliği ile bitişikliği sebebiyle Afganistan’da İslami aşırılıkçılıkla mücadelede çıkarı olan Ruslar için olduğu gibi, onlar da hem Pakistan hem de İran ile istihbarî ilişkilerini geliştirmeye devam ediyorlar. Afganistan, Amerikan gücünün (Washington’daki elitlerin coğrafyanın devam eden önemini kendi zararlarına olacak şekilde takdir edememeleri ile de pekişen) sınırları konusunda dikkat çekici bir ders sağlıyor.
Neredeyse kırk yıldır şu veya bu şekilde savaşta olan Afganistan ve kabile ayaklanmalarından ve siyasi kargaşadan neredeyse yetmiş yıldır hiçbir zaman gerçekten azade olmamış Pakistan, Hint altkıtasının iki büyük devlet ve sayısız daha küçük devlet şeklindeki konfigürasyonunun buradaki insan siyasal örgütlenmesinin son sözü olmayabileceğini gösteriyor. Kısacası, siyasi harita zaman içinde değişebilir: Pakistan, daha fazla de facto bağımsızlık elde eden Belucistan ve Sind ile birlikte kısmen bir bakiye-Büyük Pencap’a ufalabilir ve bunun Hindistan üzerinde büyük etkisi olur. Ve sözünü ettiğim Hint altkıtası: Afganistan’ın kimi bölgeleri çeşitli Hintli emperyal hanedanlıklara dahil olmuş olduğundan, Yeni Delhi’deki hükümetler Afganistan’ı daima kavramsal açıdan batıda Hint Platosu’ndan güneyde Burma cangıllarına uzanan Büyük Hindistan’ın parçası olarak gördüler. Çin güneyde Hint Okyanusu’na doğru dikine genişleme peşindeyken, Hindistan, Basra Körfezi’nde büyüyen bir özel nüfuzla Hint Okyanusu boyunca veya yakınına yatay genişleme peşinde.[34] İki geçkin imparatorluk arasındaki çekişme burada yatıyor.
DÜZLEŞEN HİMALAYALAR VE MİLLİYETÇİ DİP DALGA
Gerçekten de, askeri teknolojinin etkisiyle mesafenin önemini yitirmesi, Hindistan ve Çin arasındaki rekabete dair yeni bir stratejik coğrafya yarattı. Çin savaş uçakları Hint altkıtasına erişebiliyorken, Hindistan balistik füzeleri Çin’in tarım beşiğindeki şehirlere erişebiliyor. Hindistan savaş gemileri Güney Çin Denizi’ndeyken, Çin savaş gemileri Hint Okyanusu’nu dolaşıyor. Çin, Hindistan’ı adeta üç taraftan çevreleyen Belgal Koyu’ndaki ve Umman Denizi’ndeki liman geliştirme projeleriyle yakından ilgileniyor. Himalayalar yüksek duvarı artık bu iki büyük medeniyeti ayırmıyor ve bu bir süredir böyle. Tibet, Nepal, Batı Bengal ve Myanmar üzerinden – Lhasa, Katmandu ve Kalküta’yı birleştirerek – Çin ve Hindistan’ı bağlayan ticaret rotaları, barışçıl ticaret bu yeni stratejik coğrafyanın etkisini beslerken daha da olgunlaşacak.[35] Ama bu genişleyen araç nakliyesi kolları Çin tanklarının Hindistan’a girmesi için de kullanılabilir. Yine, bağlantılılık illa ki daha barışçıl bir dünyaya işaret etmiyor. Avrasya, hem bir ticaret hem de çatışma sistemi oluşturacak şekilde iltisak ediyor.
Portekiz ve İspanyol gemileri küresel sistemi icat etmiş olabilir ama bu sistemin karmaşıklığının kendisi şimdi şiddetli çatışma için çok boyutlu ve iç içe geçmiş bir eğilim yakaladığı bir noktaya erişmiş durumda.
Oxford’lu tarihçi ve arkeolog Barry Cunliffe, Portekizlilerin, limanları ve ticaret noktaları tüm Hint Okyanusu kıyı şeridine yayılan 15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başındaki denizcilik ağının, geniş Avrasya kara kütlesini yeni bir küresel sistem haline getirmeye yardımcı olduğunu yazmıştı.[36] Çinliler, Hint Okyanusu limanlarındaki (Myanmar, Bangladeş, Sri Lanka, Pakistan, Cibuti ve Tanzanya’da) yatırımlarıyla, haritanın bu yeni ve genişlemiş limanları birleştiren çizgileri Marco Polo’nun dönüş rotasına benzerken bile, Portekizlilerin geç ortaçağda ve erken modern dönemde yaptığı şeyi postmodern çağ için yapıyor. Çin’in “bağlantı noktası,” Ortadoğu, ve Afrika artık dünya ticaretinin yarıdan fazlasını oluşturuyor diye yazıyor Parag Khanna.[37]
Sözünü ettiğimiz şey, gerçekten de bir Çin denizcilik imparatorluğu. Portekiz’inki gibi, bu da ana olarak kıyı kesimi ile sınırlı ve Çin’e iç kesimlerde önemli bir nüfuz garanti etmiyor. Myanmar’ın siyasi liberalizasyonu, Çin tahakkümünden kaçmak için Hindistan ve Birleşik Devletler’e başvuran bir ülke örneği sunuyor. Coğrafya hala belirleyici ama küreselleşme ve komünikasyon devrimi alan dışı güçlerin fırsatlarını katlayarak arttırıyor. Ayrıca, Portekiz ve İspanyol gemileri küresel sistemi icat etmiş olabilir ama bu sistemin karmaşıklığının kendisi şimdi şiddetli çatışma için çok boyutlu ve iç içe geçmiş bir eğilim yakaladığı bir noktaya erişmiş durumda.
Ve bir şeyi daha akılda tutun: Çin – ve de Rusya – güçlü ve yapısal türde ekonomik gerilimlerden ülke içinde zayıflıyor olsalar da, emperyal boyutları arttırma etkisine sahip. Bu yüksek oranda merkezi, Politbüro tarzı rejimlerin kendi ülkeleri içindeki kırılganlığının kendisi, onları giderek artan şekilde sınırları dışında agresif hale getiriyor çünkü milliyetçilik toplumsal gerilim dönemlerinde birleştirici bir unsur olarak işlev görebiliyor. Çin ve Rusya tüm bu Avrasya çatışma sisteminin dayandığı organizasyona bağlı devletler ve süperkıtanın bir ucundan diğerine uzanan sıkışık ve bol etkileşimler düşünüldüğünde, Pekin ve Moskova’da gelecekte yaşanabilecek saray darbeleri ve entrikalar Doğu Yarım Küre boyunca yangınları tetikleyebilir.
Bu dünya yüzeyde kozmopolit ama temelini hala Çin ve Rusya’da gördüğümüz gibi milliyetçilik teşkil ediyor. Şüphesiz ki, Katar, Dubai ve Singapur gibi şehir devletleri o kozmopolit yüzeyi örnekliyor. İnsan 20. yüzyıl dönüşünde Levant’ın eklektik şehirlerini düşünmeden edemiyor: Tarihçi Philip Mansel’in yazdığı üzere, İskenderiye, İzmir ve Beyrut’ta “insanlar dil değiştirir gibi kolayca kimlik değiştiriyorlar.”[38] Ve aynı dönemin Odessa’sı ile ilgili olarak ise, bu kozmopolit şehirde “milli olan hiçbir şey yok”tu.[39] Selanik de bu heyecan verici kategoriye giriyordu ama burada, daha karanlık şekilde, etnik milliyetçilik köklenmeye başladığı için, “Müslümanlar Türklere dönüşüyor, Hıristiyanlar ise Yunanlara,” diye açıklıyor Columbia Profesörü Mark Mazower.[40] Böylesi bir yüksek dereceli kozmopolitanlığa en başta zemin sağlayan şey olan yumuşak başlı Osmanlı emperyal hoşgörüsüne gelirsek, Sanayi ve Sanayi Sonrası dönemlerin bir özelliği olagelmiş inatçı milli ve etnik bölünmelere dönüşüyordu. Yani ünleri ne kadar kötü olursa olsun, imparatorluklar tanımı gereği çok etnisiteli ve çok dinli olduğundan emperyalizm ve kozmopolitanlık el ele gider. Ama formel emperyalizmin sona ermesi ve solgun imparatorlukların şimdi gördüğümüz içeriden devam eden zayıflaması, bu postmodern çokkültürlü Levanten şehir biçimlerinin dostu değildir. Basra Körfezi ve Singapur’un şehir devletleri, uluslararası işgüçleri ile, bir şekilde İskenderiye ve İzmir’e benziyorlar ama Avrupa emperyalist egemenliğinin ya tamamen parçalanmış (Pakistan örneğinde olduğu gibi) ya da son derece işlevsiz olan otoriter ve sekter devletler doğurduğu Halep, Musul ya da Karaçi’ye kesinlikle değil. Böyle yerlerde, toplumsal şiddet norm ve bir anavatan algısı yok.
Körfez devletleri ve Singapur canlı bir dünya ticaret düzenine ve bu düzen de istikrarlı bir güç dengesine dayalı olduğundan, bu şehir devletleri kendileri için pek az temel güvenlik sağlıyorlar ve bu nedenle de jeopolitik açıdan bir illüzyon teşkil ediyorlar. Suudi Arabistan ile İran arasında bir savaş olan Doğu Suudi Arabistan’daki şiddetli Şii ayrılıkçılığı ve Güney Çin Denizi’ndeki savaş durumu, bu şehir devleti ekonomilerini enkaza dönüştürebilir. Bu şehir devletlerinde temsil edilen, şirket zenginliklerinin devam eden akülümasyonu, düşündüğümüzden daha kırılgan ve beklenmedik gelişmelere açık.
Bir süre önce ziyaret ettiğim el Duqm limanını ele alalım. Kasvetli ve kimsenin yaşamadığı Umman kıyı şeridinin ortasına inşa edilmiş. Asya, Ortadoğu ve Afrika arasındaki Hint Okyanusu trafiğinden faydalanan milyar dolarlık bir demiryolu ve denizcilik kompleksi olan el Duqm, birkaç yıl önce yoktu. Bu liman lokasyonun, yani coğrafyanın devam eden gücünün bir kanıtı. El Duqm Basra Körfezi’nin hemen dışında yer aldığı ama ona yakın olduğu için, Körfez içindeki çatışma aslında, (gelecekte Kuveyt kadar kuzeyde başlayacak olan) demiryolu ve boru hattı son durakları Hürmüz Boğazı dışında güvenle demirlemiş bekleyen gemileri dolduracak olan el Duqm’un önemini arttırıyor. Dahası, el Duqm, ABD 5. filosunun kısa süre sonra Körfez içinde bulunanlardan daha güvenli bir liman isteyeceği beklentisi ile inşa edildi. Avrasya ticaret sistemini tek bir liman kompleksine sıkıştıran El Duqm, kötümserliğe adanmış bir yapı: Gelecekte bağlantılılıkla gelecek çatışma ve istikrarsızlık öngörüyor.
BÜZÜŞEN KENAR KUŞAK (RIMLAND) VE BULGARİSTAN’IN ANLAMI
Bu giderek sıkışıklaşıp içten bağlantılılaşan dünya Afro-Avrasya’nın bir kesimi ile diğeri arasında o kadar çok sayıda yatay bağlantı katmanına sahip olacak ki, Birleşik Devletler için buna baskı uygulamak giderek zorlaşacak. Çin, Rusya ve İran, ABD etkisini kösteklemek için çalışan aynı ticaret ve ulaşım tedarik zincirinin parçası olacak. Geçmişte, Avrasya tek başına herhangi bir gücün avantajlı olmasını sağlamak için basitçe fazla genişti. Cengiz Han’dan Timurlenk’e (ve Kubilay Han da dahil) Moğol İmparatorluğu, bunun hayret verici tek istisnasıydı. Ama teknoloji ticaret ve tedarik zincirlerinin olasılıklarını genişleterek mesafeleri ortadan kaldırdıkça, artık Çin, Rusya ve İran arasında, tıpkı Marco Polo’nun zamanında olduğu gibi Çin’in eşitler arasına birinci olduğu bir Avrasya birliğinin bir benzerinin olasılığı ortaya çıkıyor. Ama Yüksek Ortaçağ’da Yuan İmparatorluğu Avrupa’ya hiçbir tehdit teşkil etmiyorken, çok daha daralmış, daima gergin bir dünyada, böyle bir Avrasya ticaret ağının Birleşik Devletler’e tehlikesi aşikar.
Elbette, bu bağlantılılığın kendisi sebebiyle Birleşik Devletler için de fırsatlar açığa çıkacak. Tıpkı Myanmar Birleşik Devletler’i Çin’e karşı denge oluşturmak için kullandığında olduğu gibi. Ve Afro-Avrasya kara kütlesinin başlıca coğrafi uydusu olarak,[41] Kuzey Amerika, Afro-Avrasya’nın başına gelecek aksaklıkların birçoğundan korunurken dahi dünya tarihi açısından önemini koruyacak. Bu, tam da, sayıları daha az olacak olan kırsal yoksullardan daha az tahammüllü olan orta sınıf ile işçi sınıfının büyümesi nedeniyle daha patlamaya hazır bir dünya. Gerçekten de, Afro-Avrasya’nın megakentlerini tanımlamaya yardımcı olacak olan sefaletin ve ütopyacı ideolojinin kuluçka yatağı gecekondu kasabası. Dünya daha şehirli, daha eğitimli ve hatta daha aydınlanmış hale geldikçe, zannedilenin aksine, siyaseten daha istikrarsız hale geliyor.[42] Tekno-optimistler ve havalı şirket toplantıları dünyasının sakinlerinin gözden kaçırmaya meyyal olduğu şu: Zenginlik yaratmayı – ve eşitsiz dağıtılan bir zenginlik bu – siyasal düzen ve istikrar ile hatalı şekilde eşitliyorlar.
Bununla birlikte, Birleşik Devletler’in bir sorunu var. Bir yüzyıl boyunca, herhangi bir gücün tek başına Doğu Yarım Küre’de, kendisinin Batı Yarım Küre’de sahip olduğu ile aynı derecede hakimiyet elde etmesini engelleme peşinde olmuştu. Ve bu kesinlikle hala mümkün. Tek başına herhangi bir güç böyle bir hakimiyet elde edemese de, gayri-Batılılaşmış bir Avrupa, Rusya, Türkiye ve İran’ın Çin’in gücünü ticaret ve İpek Yolu bağlantılılığı üzerinden desteklediği bir güçler gruplaşması bunu yapabilir. Avrasya küçülüyor ve bu durum Birleşik Devletler’in süperkıtadaki bir gücü diğerine karşı kullanmasını zorlaştırabilir. Teknolojinin ve megakentlerin büyümesinin şiddetlendirdiği daha çatışmalı ve aksak bir dünya düşünün. Bir yandan da Büyük Hint Okyanusu’ndaki kara ve deniz platformlarında Eski Dünya’daki Amerikan nüfuzuna köstek olacak yeni altyapılarla cesaretlenen belirli bir derecede ekonomik birlik sergileyen bir dünya. Birleşik Devletler tek olarak en nüfuzlu güç olarak kalmaya devam edecek ama bu, aynı süperkıtada giderek daha az gücün kendisini ticaretle daha yakından birbirine bağlanmış bulacağı anlamına gelecek.
Yine de Büyük Ortadoğu ve Orta Asya boyunca tarif ettiğim siyasi zayıflama ve stagnasyon düşünüldüğünde, ortaya koyduğum resim son derece çelişkili görünüyor. Ve mesele de bu. Dünya farklı yönlerde ilerlediğinden, aktivitenin çapı bizimki gibi herhangi bir coğrafi noktadan hakimiyeti zorlaştıracak.
Belki de hiçbir yer Birleşik Devletler’in karşı karşıya olduğu zorluğa, Washington’daki politika elitlerine görünmez olan ve sonuç olarak da hiç konuşulmayan Bulgaristan’dan daha iyi bir içgörü sağlamıyor. Bulgaristan bir NATO ve AB üyesi ama Avrupa’nın güneydoğu ucunda yer alıyor: tarihsel olarak, Yakın Doğu’nun veya Balkanlar’ın 19. yüzyıl sonunda tanımlandığı gibi “Avrupa’daki Türkiye”nin parçası. Bulgaristan, Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş dönemindeki en sadık Varşova Paktı uydusuydu. 1990’larda ve 2000’lerde, Amerika’nın Soğuk Savaş’taki zaferini takiben ve NATO ve AB’nin yenilmez göründüğü bir zamanda, Bulgaristan geleceğini tamamen Batı’nın içinde gördü. Amerikan ve Batı gücü o dönem öyleydi ki, Washington’da çok az kişi bu ülkeye odaklanmıştı, onu bizimle sayıyorduk. Bulgaristan’ın Türkiye ile sınırı, Rusya’ya yakınlığı ve Slav dili ile yakın akrabalığı, eskiden olduğu gibi önemli görülmüyordu. Amerikan gücü, coğrafyayı yenmiş gibiydi. Hızla bugüne gelelim: Bulgaristan hala NATO ve AB üyesi ama Ruslar ve Türkler ülkenin kaderi konusunda agresif bir rekabet içinde. Türkler Bulgaristan’ın en büyük ticaret ortağı, Ruslar ise, özellikle, organize suçtan milliyetçi partileri cesaretlendirmeye kadar çeşitli fesatlar çeviriyorlar. Zayıf kurumları ve Brüksel’in kendi en uzak hinterlandına güç projeksiyonu konusunda artan yetersizliği yüzünden Bulgaristan siyasi sağlamlığına kimsenin güvenmediği tehlikeli bir ülke. Soğuk Savaş sonrası dönemi tanımlayan tek-kutupluluk bitti, Batı’nın kendisi yok oluyor ve klasik coğrafyaya geri dönüyoruz, özellikle de Avrupa’da.
Gerçekten de, Batı mefhumunun ayrılmaz bir parçası olarak İberya’dan Karadeniz’e kadar tek renkli bir süper-devlet fikri, artık farklı siyasi ve hatta medeniyet kimliği katmanlarına sahip bir yeni ortaçağ haritası üzerindeki çeşitli renk tonlarına bozuluyor: AB hala var ama tek tek devletler, bölgeler ve liberalizmin halen popülist milliyetçiliğin güçlerini uzak tuttuğu şehir devletleri de var. Bunun NATO’nun gücünün altını oymadığını söylemek inkar içinde olmak demektir, özellikle de Avrupa içinde bölgesel askeri gruplaşmalar (Baltık-İskandinav, Visegrad) güç kazanıyorken. NATO bütün olarak var olmaya devam edecek ama acil durumlar Birleşik Devletler’in ittifakı eyleme geçmeye zorlamasını geçmişte olduğundan bile daha çok gerektirecek. Birleşik Devletler’in güçlü bir şekilde zorlaması olmaksızın, Rusya tarafından yapılacak bir 5. Madde ihlali bile NATO’nun toplantı üstüne toplantı yapmak hariç kendi başına ayağa kalkmasını sağlamayabilir.
Yine de, Bulgaristan örneğinin gösterdiği gibi, Rusya’nın bir işgale ihtiyacı yok, sadece İntermarium’da kenar kuşak ülkelerinin demokratik zindeliğini aşamalı olarak tehlikeye atmak suretiyle elde edebileceği bir nüfuz alanı ona yetiyor. (Özellikle de Macaristan, bu yönde ilerlemekte.) Yine, Avrasya ve Yakın Doğu giderek artan şekilde Avrupa’nın içinden başlıyor.
Sert bir idrak ortaya çıkıyor burada: Amerika tevazuuyla tanımlanmış çıkarlarını savunabilir ama dünyayı kendisinin bir versiyonuna dönüştüremez. Kısaca, bırakalım Irak ya da Afganistan’ı, Bulgaristan’ı nihayetinde içeriden savunamayız.
DENİZ GÜCÜNÜN JEOPOLİTİĞİ
Tüm bu açmaza yanıtımız, kim olduğumuzu isabetli bir şekilde tanımlayarak başlar. Jeopolitik açıdan, Birleşik Devletler, Avrasya süperkıtasının ada uydularının en büyüğünden doğru faaliyet gösteren, misyonu bizim kendimizin faydalandığı bir serbest ticaret düzenini savunmak olan bir deniz gücüdür. Britanya emperyal donanması geleneğinde, küresel müşterekleri koruyoruz. Serbest ticaret liberal demokrasilerle birlikte uyum içinde çalışır ama illa ki onlara gereksinimi yoktur. Fas, Mısır, Ürdün, Umman, Tayvan ve Singapur gibi ülkeler onlarca yıldır, yine de dünya çapındaki liberal değerlere müsait olan aydınlanmış diktatörlükler kategorisi içindeydiler. Müttefiklerimiz ana olarak demokrasiler ama bu örneklerin de gösterdiği gibi her zaman öyle değiller. Dünya, kendi değerlerimizi başka ülkelerin iç sistemlerine dayatmamızı gerektirmeyecek kadar serkeş zaten (ve daha da serkeşleşiyor). Dolayısıyla, yeni-izolasyonculuğa kaymaksızın, nasıl ihtiyat ve itidalle davranabileceğimizi sorarak başlamalıyız. Hava ve deniz gücü aslında itidalli bir dış politikaya uygundur çünkü tek bir yerdeki kara güçleri ile çamura saplanmaksızın ve ciddi kayıplar vermeksizin gücü geniş menzilli olarak güç projeksiyonu yapmakla ilgilidir. Sınırlılıklarımızı aklımızda tutmamız gerek, özellikle de 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD güç projeksiyonunun iki sinyal avantajı aşama aşama erozyona uğradığı için: altyapısı 1941 ve 1945 arası yerle bir edilmemiş veya ciddi şekilde hasar görmemiş tek büyük ülke olmanın avantajı ve uzun bir süre boyunca işçilerini küresel rekabetin cefalarından korumuş olan büyük bir iç pazara sahip olma avantajı. Orta sınıfımız bu iç pazar üzerine kuruluydu ve dolayısıyla, onlarca yıl boyunca büyük askeri harcamaları desteklemeye istekli ve yeterliydi.
Ama bizim pozisyonumuz erozyona uğrarken, Avrasya’nın iki esas devleti olan Rusya ve Çin’in iç pozisyonları daha bile fazla erozyona uğradı. Onların etnik, politik ve ekonomik sıkıntıları, bizimkini önemsiz bırakacak ölçüde köklü, yapısal türde. Onların birlik içinde devletler olarak gelecekteki istikrar ve varoluşlarının kendisi sorgulanırken, bizimki için böyle bir şey söz konusu değil. Ve rakiplerimizi meşgul tutmaya yardımcı olacak şey, Avrasya’da tarif ettiğim, hiç bitmeyen krizlerle ve siyasi tıkanıklık ve zayıflıkla tanımlı dünya: kaos ve zenginlik yaratılması sürecinin el ele gittiği bir dünya. Avrasya’da devlet kapasitesi zayıflamakta. Bu esnada, enerji açısından zengin ve kendine yeterli, okyanuslarla ve Kanada Kutup Bölgesi ile çevrili olarak, biz, süperkıta üzerindeki güç dengesini eskiden yapabildiğimiz kadar etkileyemeyecek olsak da, Avrasyalı güçlerin sahip olmadığı soluklanma alanına sahibiz. Karşılaştırmalı anarşi çağı gelmiş bulunuyor.
Burada, dünyanın öbür ucunda ve yükselen bir Çin’le karşı karşıya olmamıza rağmen Asya Pasifik bölgesinde neden bu kadar nüfuza sahip olduğumuzu gözden geçirmek iyi olacaktır. Orada bize bu kadar çok nüfuz kazandıran yalnızca donanma gücümüz değil. Tüm Pasifik ulusları arasında – tam da yalnızca Avrasya’nın uzak bir coğrafi uydusu olduğumuz için – onların bölgesinde teritoryal emellerimiz olmadığı idraki ile birleşen donanma varlığımız bunu sağlayan. Tekrarlamak gerekirse, tam da Kuzey Amerika’nın Doğu Asya’ya olan uzaklığı, oradaki nüfuzumun mütehakkim olamayacağı anlamına geliyor ve dolayısıyla güveniliyoruz. İtibarlı gücüz ve dürüst arabulucuyuz, her bölgesel ekonominin bağımlı olduğu bir serbest ticaret sistemini savunuyoruz.
Bu nedenle, şimdi Asya ekseni konseptini, yalnızca Batı Pasifik değil, Hint Okyanusu da dahil deniz seyrine elverişli tüm Avrasya kenar kuşağını kapsayacak şekilde ve nüfuzumuz tam olarak Marco Polo’nun deniz yoluyla Çin’den Venedik’e dönüş güzergahını takip eder vaziyette genişletme zamanı. Deniz gücü, karada şeytani ölçüde karmaşık ve serkeş bir durum karşısında jeopolitiği – ne kadar şekillendirilebilirse o kadar – şekillendirmek için telafi edici yanıt. Burası, Alfred Thayer Mahan’ın fikirlerinin Halford Mackinder’ınkiler ile karşılaştığı yer.
Deniz gücü denizde hakim olmak demek değil. İlla ki donanmamızın ciddi şekilde genişlemesi anlamına gelmiyor. Kavramsal olarak Basra Körfezi bölgesindeki varlığımızı Güney ve Doğu Çin denizlerindekiyle birleştirmek anlamına geliyor. De facto bir Amerikan müttefiki olan Hindistan’ın büyüyen donanma mevcudiyetini, Umman Denizi’nde ve Bengal Körfezi’nde kullanmak demek. Daha spesifik olarak, kenar kuşak ülkelerindeki kömür ikmal limanlarının, istikrarı savunulabilir olan, tedariklerimizi yeniden konumlandırabileceğimiz ve gemilerden uzun menzilli darbeler vurabileceğimiz 21. yüzyıl eşdeğerine ihtiyacımız olacak. Umman, Diego Garcia, Hindistan ve Singapur akla geliyor.
Kara stratejimiz ikincil olmalı ve hava ve deniz stratejimizi takip etmeli, tersi değil. Baskın bir kara stratejisi, kara gücü işgalle eşanlamlı olduğundan, emperyal bir orduyu hava ve deniz stratejisinden daha fazla tanımlar. Büyük Ortadoğu’da ve Orta Asya’da sahada olmak için tek motivasyonumuz hezimet ya da karmaşa amaçlı olacağından, alan kontrolünden alan inkarına geçmeliyiz. (Geriye dönüp baktığımızda, 11 Eylül sonrasında Afganistan’ı da bu şekilde ele almalıydık.) Filipinler’de 20. yüzyıl dönüşü, Vietnam’da 1960’larda ve yine geçtiğimiz on yılda Irak’ta dehşet içinde öğrendiğimiz üzere, işgal etmek hükmetmektir. Yüksek sayıda kara gücü gönderme kararı verdiğiniz an, fethettiğiniz toprakları yönetmek ya da bunu yapabilecek birilerini hemen belirlemek sizin işiniz haline gelir. (Şahsen ben, bunu 11 Eylül sonrası Irak Savaşı’nı desteklemeden önce daha iyi düşünmüş olmayı dilerdim.) Bu yüzden, özellikle de 1952’de Japonya’nın askeri işgalinin sona ermesinden bu yana, hem daha rahattık hem de demokratik olsun olmasın rejimleri olduğu gibi kabul eden bir statüko gücü olarak daha iyi durumdaydık.
Dolayısıyla, bunu yapmak giderek daha cezbedici hale gelse bile, büyük ölçekte başarıyla müdahalede bulunmak için daha çok değil, aslında daha az fırsat olacak.
Avrupa ve Çin arasındaki geniş alanda genel çizgilerini verdiğim jeopolitik duruma göre, Amerika, ulusal çıkarlarla ilgili çok yoğun bir baskı olmadığı müddetçe, askeri olarak devre dışı durmak için her fırsatı kullanmak durumundadır. (Ve siber saldırıların yaşandığı ve nükleer silahların yayıldığı bir dünyada ara ara bu yaşanabilir.) Yine de, şu an görmekte olduğumuz istikrarsızlık ve karmaşa, iç Asya’da daha da yoğunlaşacak. Dolayısıyla, bunu yapmak giderek daha cezbedici hale gelse bile, büyük ölçekte başarıyla müdahalede bulunmak için daha çok değil, aslında daha az fırsat olacak.
Askeri müdahale çıtası açısından çıkarlarımız esasen negatif: devlet dışı bir aktörü – ya da devlet dışı bir aktörle eşgüdümlü çalışan bir devlet aktörünü – bize veya müttefiklerimize bir saldırı planlamaktan veya düzenlemekten alıkoymak ve bir İpek Yolu ticaret ağının Doğu Yarım Kürede, Birleşik Devletler’in Batı Yarım Küre’de sahip olduğu ile aynı seviyede bir nüfuza sahip olarak, gözle görülür biçimde düşman bir Avrasya süperkıtası veya farklılar-ittifakı yaratmasını önlemek. Britanya’nın tek bir gücün Avrupa ana karasında hakimiyet elde etmesini önlemek için gösterdiği tarihsel çaba, bizim bugün Avrasya’daki çabamıza benzerdir. Ama bizim Batı Pasifik ve Hint Okyanusu deniz gücümüz, geniş ölçekli bir kara gücü müdahalesine gerek kalmaksızın böyle bir gelişmenin yaşanmasını engellemeye yarayabilir. Şurası kesin, Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki ada ıslahları ve Hint Okyanusu’ndaki liman inşa projeleri, tümü birlikte donanmamızı Avrasya ana karasından uzağa itmeye çalışıyor. Pakistan Belücistan’ındaki Çin-Pakistan liman projesinin altını oymak için İran-Hindistan ittifakının İran Belücistan’ında Char Bahar limanını inşa etmesinin bizim işimize yaradığı yer burası.
En azından Marco Polo’nun rotası boyunca, daima yeni-izolasyonculuk ile emperyal-tarzda müdahalecilik arası alanı işgal etme peşinde olmalıyız. Bu daha az değil daha fazla insansız hava aracı, daha fazla hassas güdümlü füze, daha fazla siber kabiliyet ve çeşitli misyonlar için daha fazla özel operasyon anlamına geliyor. Yani, bir askeri birlikten birliğinkinden daha küçük seviyelerde operasyon yapma konusunda rahat olmalıyız. Bir yandan herhangi bir yerin doğrudan işgali riskini azaltırken, diğer yandan negatif çıkarlarımızı işte böyle savunacak ve savaş alanını yapabildiğimiz kadar şekillendireceğiz. Böyle bir olasılık varsa eğer sonuç alacağımız yöntem, Yurtdışı İç Savunma – ABD çıkarlarına düşman güçlere rakip yerel güçlerin ılımlı bir şekilde eğitimi. Bu amaçla, Yabancı Alan Subayı programımızı, şu an çoğunlukla yaptığımız gibi ikinci ve üçüncü kademe değil, birinci kademe asker alımları ile güçlendirmemiz gerekecek. İç Asya’daki devletlerin genel olarak gerilemesi, gelecekte daha fazla mülteci anlamına geliyor. Tarihin, mültecilerin düşmanlarımız tarafından silah haline getirildiği bir döneminde, mülteci kamplarını istihbarat toplamak amacıyla kullanma konusunda uzmanlaşmamız gerekecek. Açık ki, diplomasi, Westfalya modern devletler sistemi zayıflar ve kireçlenirken dahi, hiçbir zafer yürüyüşünün olmayacağı bu çabaların birçoğunda kritik önemde olacak.
Elbette, öngörülemez acil durumlar için sağlam bir kara gücü bulundurmamız ve ayrıca, müdahale etmesek veya etmememiz gerekse bile, müdahale hakkını daima elimizde tutmamız gerek. Gerçek şu ki, sağlam bir kara gücünün kendisi, düşmanlarımızın güç hesaplarını bizden yana etkilemektedir. Bu kimsenin alamayacağı kadar pahalı bir sigorta poliçesi gibi görünebilir ama konuşlandırılabilir kara gücü bulundurmamanın maliyeti, Rusya, Çin ve İran gibi genişlemeci, otokratik devletlere sunacağı cazibe açısından çok daha büyük olacaktır, özellikle de bu devletler içeride zayıf oldukları ve bunun sonucu olarak milliyetçiliği birleştirici bir güç olarak kullandıkları için.
Ancak özellikle de Baltık, Karadeniz ve Güney Çin denizlerindeki Rus ve Çin genişlemeciliği tehditlerine rağmen, daha önemli olan altta yana dinamik, otoriter sistemleri dejenere oldukça Rusya ve Çin’in kendi içlerindeki merkezi kontrol krizleri olacak. Bu, Ortadoğu hiç hesaba katılmasa bile, Aşağı Sahara Afrika’sından mültecilerle yıllardır kuşatılan Avrupa’nın kendisi daha parçalanmış ve daha az güven verir hale gelirken dahi, Türk ve İran emperyal yapılarının çürümesi eşliğinde gerçekleşecek. Ne yazık ki, göstermiş olduğum üzere, düzgün şekilde tanımlanmış bürokratik devletleri ve sınırları ile modernizm, Avrasya genelinde dikiz aynasında gözden kayboluyor. Görmekte olduğumuz mevcut popülist milliyetçilik humması, modernizmin jübile yapışından ibaret.
Özetlemek gerekirse: Modern devletlerin sorunları artarken dahi, çok daha derin ve buna rağmen daha az aşikar olan bir seviyede, Fransız filozof Pierre Manent’nun sezdirdiği üzere, şehir devletlerine yönelik artan bir vurgu var.[43] Manent’nun şehre, imparatorluğa ve kabileye ya da etnosa dair çok eski siyasal formülasyonlar dediği şeye geri dönmüş olabiliriz. Bu esnada, Avrasya genelinde, devletin kendisi – ki daha yakın tarihli bir icattır – sıkıntı içinde. Dolayısıyla, Birleşik Devletler’in müdahale etme ve etkileşimde bulunma konusunda geleneksel olarak daha rahat olduğu Westfalya modeli alakalılığını giderek yitirirken, harita giderek artan şekilde, yeni bir ortaçağcılıkla tanımlanacak. Avrupa bu karşılaştırmalı anarşi çağının potasını – zayıflayan bu devletlerden milyonlarca insanın içeri girmek istediği yer – oluşturacak. Ama bilinçli bir şekilde her ihtimale karşı hazırlıklı olmaya dikkat eden ve Doğu Yarım Küre’de bir dereceye kadar deniz kontrolünü elinde tutan bir Amerika, en azından jeopolitik açıdan görece güvende olacaktır.
PELOPONEZ SAVAŞI MI?
Peki ama Amerika her ihtimale karşı hazırlıklı olabilir mi? Ben bu satırları yazarken, Washington’daki elitler, Rusya ve Çin yöneticilerini kötülemekle meşguller ve bu iki otokratik güç ile Baltık, Karadeniz ve Güney Çin ve Doğu Çin denizlerinde zıtlaşmak için takıntılı bir çaba içindeler. Ben ve başkalarının yaptığı gibi, bu bölgelerdeki Rus ve Çin yoklama operasyonlarına daha sağlam bir yanıt verilmesini savunmak için gerekçeler olabilir. Sonuçta, yoklama girişimlerine hepten zayıf bir yanıt, karşı tarafı gücünü yanlış hesaplamaya – yaygın bir savaş sebebi – cezbedebilir. Ama artan şekilde endişe verici bu çatışma bölgelerinde düşmanlıkların patlak vermesi için ne kadar çok senaryo var olduğu düşünülürse, kimsenin sormadığı ve politika tartışmasında tamamen eksik bırakılan soru şu: Şiddetli düşmanlıklar bir kere başlarsa, Rusya ya da Çin ile bir savaşı nasıl sona erdirirsiniz?
1. Dünya Savaşı’na katılmış uluslar gibi, Birleşik Devletler, Rusya ve Çin de 21. yüzyılda biri ya da diğeri büyük bir muharebeyi ya da karşılıklı füze saldırısını kaybetse bile mücadeleye devam etme kapasitesine sahip olacak. Bunun geniş kapsamlı etkileri var. Hem Rusya hem de Çin demokrasi değil diktatörlük. Dolayısıyla, küçük düşmek onlar için bir Amerikan başkanı için olacağından çok daha felaket olacaktır. Politik olarak ifade edersek, savaşmayı bırakamayabilirler. Ve bu yüzden biz de, bir tür rejim değişikliği yaşanana veya Moskova’nın ya da Pekin’in askeri kapasitesinde ciddi bir azalma olana dek savaşa devam etmek zorunda kalabiliriz. Dünya bunun ardından eskisi gibi olmayacaktır. Baltık Denizi Havzası’nda veya Güney Çin Denizi’nde bir savaşı kısa, yoğun ve sınırları belirli gibi hayal edelim. Ama bu savaşın nelere yol açabileceğini kim bilir? Washington bu konuya neredeyse hiç kafa yormuş değil. 1. Dünya Savaşı’ndan, hatta Irak’tan sonra, savaşı kolay ya da cerrahi kesinlikte tek bir yerle sınırlı bir şeymiş gibi asla düşünmememiz gerek.
Dijital çağın dünyası iyice gerilmiş bir ağ gibidir. Tek bir tele dokunun, tüm ağ titreyecektir. Bu, Baltık veya Güney Çin Denizi’nde bir alevlenmenin yalnızca Baltık veya Güney Çin Denizi ile ilgili olmayacağı anlamına geliyor. Artık hiçbir şey yerel değil.
Fazla üzerine düşünmeksizin, bu yerlerdeki herhangi bir rejim değişikliğinin iyi olacağını varsayıyoruz. Ama işleri daha da kötü hale getirebilir. Hem Putin hem de Xi Jinping rasyonel aktörler ve çok daha ekstrem unsurları bastırıyorlar. Cüretkarlar ama çılgın değiller. Yerlerini daha liberal rejimlerin alabileceği fikri illüzyondan ibaret. Rusya ve Çin’in çürümekte olan otoriter sistemleri ve içeride hem etnik gerilimlerin hem de ekonomik sorunlarının birikiyor oluşu dikkate alındığında, alternatif tehlike, başka bir güçlü egemenden ya da istikrarlı bir demokrasiye geçişten ziyade, Moskova’da ve hatta Avrasya’daki insicamın kendisinin bağlı olduğu Pekin’de düzenin kendisinin kısmen bozulacağını göreceğimiz. Bu makalenin geniş kapsamlı konusunu hatırlayın: Avrasya genelinde zayıflayan devletler ve geçkin imparatorluklar arasındaki sıkıca örülü içbağlantılılık. Dijital çağın dünyası iyice gerilmiş bir ağ gibidir. Tek bir tele dokunun, tüm ağ titreyecektir. Bu, Baltık veya Güney Çin Denizi’nde bir alevlenmenin yalnızca Baltık veya Güney Çin Denizi ile ilgili olmayacağı anlamına geliyor. Artık hiçbir şey yerel değil. Bağlantılılığın kendisi askeri hesap hatalarının etkisini katlayarak arttırıyor. Yunanistan’ın tamamını yutan Peloponez Savaşı’nın kökenleri, Atina ve Sparta arasındaki gerilimlerin kırılma noktasına kadar yükselmesine neden olan Korkyra ve Potidea’yı içeren görece küçük çatışmalardı. Teknolojinin mesafeleri ortadan kaldırması yüzünden, Avrasya artık, antik Yunan’ın şehir devletlerinden daha az bir insicamlı çatışma sistemi değildir. Ve dünyamızın temel birimi olan devletin kendisi birçok yerde düşüştedir. Trajediden kaçınmak için trajik düşünmek adına, karar alıcıların dünyanın halihazırda görmüş olduğundan daha fazla anarşiyi tetiklememe konusunda kaygı gütmesi gereklidir.
Avrupa jeopolitiğine 19. yüzyıl sonundan başlayıp 1. Dünya Savaşı ile nihayetlenecek şekilde “Doğu Sorunu” – Balkanlar’da ve Ortadoğu’da zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili ne yapılacağı meselesi – hakim oldu. Doğu Sorunu’nun yerini, şimdi Avrasya Sorunu almış durumda: eski emperyal miraslar ön plana çıkarken, süperkıtanın zayıflayan devletleri ile ilgili ne yapılacak?
[1] Fernand Braudel (Sian Reynolds, trans.), The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II (New York: Harper & Row, 1949, 1972), vol. 1, 171.
[2] Alexander Herzen (Constance Garnett, trans.), My Past and Thoughts (Berkeley: University of California Press, 1968, 1973), 390.
[3] Reinhold Niebuhr, The Irony of American History (New York: Charles Scribner’s Sons, 1952, University of Chicago Press edition 2008), 74.
[4] Halford J. Mackinder, Democratic Ideals and Reality (New York: Henry Holt and Company, 1919, National Defense University edition 1942), 45–49. ().
[5] Parag Khanna, Connectography: Mapping the Future of Global Civilization (New York: Random House, 2016), 14.
[6] ASEAN, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği.
[7] Robert D. Kaplan, Monsoon: The Indian Ocean and the Future of American Power (New York: Random House, 2010), chap. 1.
[8] Laurence Bergreen, Marco Polo: From Venice to Xanadu (New York: Knopf, 2007), 44,68.
[9] Age., 27, 94, 152.
[10] Peter Frankopan, The Silk Roads: A New History of the World (New York: Knopf, 2015), 1–6. Touraj Daryaee, The Oxford Handbook of Iranian History (New York: Oxford University Press, 2012), 3–4, 6.
[11] The Travels of Marco Polo: The Complete Yule-Cordier Edition (New York: Dover Publications, 1993 reprint of 1903 ed.), vol. 1, inset after 144.
[12] George F. Kennan, American Diplomacy (Chicago: University of Chicago Press, 1951, 2012), 17.
[13] Daniel Yergin, “Where Oil Prices Go from Here”,” The Wall Street Journal, May 16, 2016.
[14] Nora Onar, “Neo-Ottomanism, Historical Legacies and Turkish Foreign Policy.” Istanbul: Centre for Economics and Foreign Policy Studies, October, 2009.
[15] Graham E. Fuller, The Center of the Universe: The Geopolitics of Iran (Boulder, CO: Westview Press, 1991), 192–93.
[16] Ali Vaez, “Iran After the Nuclear Deal”,” Brussels: International Crisis Group, December 15, 2015.
[17] Selena Williams, “Improved Ties Bode Ill for Rival Gas Lines,” The Wall Street Journal, August 10, 2016.
[18] Johns Hopkins University School of Advanced International Studies’den Svante Cornell ile mülakat, 21 Nisan 2016.
[19] William T. Wilson, “China’s Huge ‘One Belt, One Road’ Initiative Is Sweeping Central Asia”,” The National Interest, July 27, 2016.
[20] Zhao Huasheng, “Central Asia in Chinese Strategic Thinking,” in The New Great Game: China and South and Central Asia in the Era of Reform, Thomas Fingar, ed. (Stanford, CA: Stanford University Press, 2016) 182.
[21] Igor Torbakov, “Managing Imperial Peripheries: Russia and China in Central Asia,” ’The New Great Game, 245.
[22] Stephen Blank, “The Intellectual Origins of the Eurasian Union Project” in ’ Putin’s Grand Strategy: The Eurasian Union and Its Discontents, S. Frederick Starr’s and Svante E. Cornell, eds.’ (Washington: Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program of the Johns Hopkins University-SAIS, 2014), 15.
[23] Nikolas K. Gvosdev and Christopher Marsh, Russian Foreign Policy: Interests, Vectors, and Sectors (Washington and London: Sage/CQPress, 2012), 13–24.
[24] George Friedman, “Ukraine, Iraq and a Black Sea Strategy,” Stratfor, September 2, 2014.
[25] Robert D. Kaplan, In Europe’s Shadow: Two Cold Wars and a Thirty-Year Journey Through Romania and Beyond (New York: Random House, 2016), 195–97.
[26] Blank, ’’Putin’s Grand Strategy, 21–22.
[27] Henry Kissinger, On China (New York: Penguin, 2011), 17.
[28] Michael D. Swaine and Ashley J. Tellis, Interpreting China’s Grand Strategy: Past, Present, and Future (Santa Monica, CA: RAND, 2000),26, 41–44. Khanna, Connectography, Map 20.
[29] Michael Clarke, “Beijing’s March West: Opportunities and Challenges for China’s Eurasian Pivot,” Orbis, Spring, 2016. John W. Garver, China and Iran: Ancient Partners in a Post-Imperial World (Seattle: University of Washington Press, 2006), 132. Fingar, The New Great Game, 44.
[30] Ben Hillman and Gray Tuttle, Ethnic Conflict and Protest in Tibet and Xinjiang: Unrest in China’s West (New York: Columbia University Press, 2016), 8, 122, 142, 241–42.
[31] Samuel P. Huntington, The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order (New York: Simon & Schuster, 1996), 20.
[32] Garver, China and Iran, 4, 22, 24.
[33] Najmeh Bozorgmehr, “First Freight Trains from China Arrive in Tehran,” Financial Times, May 9, 2016.
[34] Ortadoğu ve Körfez’deki Britanya politikası “İngiliz hükümetinden olduğundan çok Britanya Hindistan’ından çıkmıştır.” Aslında, coğrafya, Hindistan’ın jeopolitik kaygılarının ister Britanya sömürgeciliği isterse Yeni Delhi’deki bağımsız Hindistan idaresi altında olsun aynı olmasını dikte eder. Fuller, The Center of the Universe, 235.
[35] Bibek Paudel, “The Pan Himalayan Reality that Awaits South Asia,” The Wire, March 4, 2016. Khanna, Connectography, 86.
[36] Barry Cunliffe, By Steppe, Desert, and Ocean: The Birth of Eurasia (Oxford, UK: Oxford University Press, 2015), 472.
[37] Khanna, Connectography, 242.
[38] Philip Mansel, Levant: Splendour and Catastrophe on the Mediterranean (New Haven, CT: Yale University Press, 2010, 2011), 2.
[39] Charles King, Odessa: Genius and Death in a City of Dreams (New York, Norton, 2011), 108.
[40] Mark Mazower, Salonica, City of Ghosts: Christians, Muslims and Jews, 1430–1950 (New York: Knopf, 2005), 13.
[41] Mackinder, Democratic Ideals and Reality,pp. 46–-48.
[42] Samuel P. Huntington, Political Order in Changing Societies (New Haven, CT: Yale University Press, 1968), 47.
[43] Pierre Manent, Metamorphoses of the City: On the Western Dynamic, Marc LePain, trans. (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2013), 5, 18.
Çeviri: Serap Güneş
Bir Cevap Yazın