
Christelle Taraud’yla söyleşi
Çeviren: S. Erdem Türközü
4 Aralık 2019
Feminist tarihçi Christelle Taraud, Fransa’nın sömürge imparatorluğundaki fuhşu düzenleyen patriarkal sistemden; yerli kadınları kendi kullanımlarına tahsis etmek ve şerefli kültürlerden erkeklerin “ele avuca sığmaz, asi” cinselliğini denetim altında tutmak için erkekler tarafından erkekler için inşa edilmiş bir sistemden bahsediyor. Bu konular, rahatsız edici görselleri nedeniyle Fransa’da tartışma yaratan Taraud’un ortak editörlerinden biri olduğu Sexe, race, et colonies’de [Cinsellik, Irk ve Koloniler] (2018) ele alınmıştır.
Dört kilogramlık ağır cilt, Sexe, Race, et Colonies (2018) kolonyal dönemde cinsiyeti sorguluyor. Bu dönemde cinsiyet temsillerinin ırksallaştırılmış yapısı Avrupa kültürleri üzerinde önemli bir etki yarattı ama kitap, kısmen içerdiği görseller nedeniyle Fransa’da büyük tartışmalara yol açtı; savunulamaz olanı estetize etmek, betimlenenlerin haklarını ihlal etmek, röntgenci sansasyonalizm ve pornografik olmakla suçlandı. Yardımcı editör Christelle Taraud’un eseri, sömürge toplumlarında seksin merkeziliği hakkında. Bununla beraber, onun düşüncesiyle #MeToo döneminde üçüncü dalga feminist hareketlerdeki “azınlık sorunu” arasında bir çatışma söz konusu.
Green European Journal: Uzun bir süre, özellikle Kuzey Afrika’da olmak üzere, sömürge bağlamında kadınları incelediniz ve konuyla ilgili birkaç kitap yayınladınız. Bu konuda çalışmaya nasıl başladınız?
Christelle Taraud: Kuzey Afrika ve kadınlar üzerinde çalışmayı iki nedenden dolayı istedim: militan feministlere ve aile tarihime olan bağlılığım. Fuhşu düzenleyen sömürge sistemi üzerine doktora çalışmam sırasında bu konuda bir yol ararken, iki savaş arası dönemde çalışan hekimlerin raporlarına rastladım. Fransız yönetimindeki Kuzey Afrika’da bunun [fuhuş düzenlemelerinin] devasa bir kurum olduğunu gösteriyor gibiydiler. Sonra fuhuş yapan kadınların çoğunlukla yerli olduğunu ve yoksul kadınların cinselliğinin denetiminin ve yönetiminin ötesine geçen bir şeyin söz konusu olduğunu fark ettim. Üstelik bu kadınlar hakkında söyledikleri küçümseyici, erkekçe ve beyazdı. Bu düzenleyici sistem erkekler tarafından erkekler için uygulama konmuştu: Kadınlara asla kulak vermeksizin kadınlardan bahsediyordu. Michelle Perrot, Les femmes et les silences de l’Histoire’da [Kadınlar, Sessizlik ve Tarih] (2012) bunu söylüyor. Bu kadınlar, fahişe olmanın yanı sıra, “fahişe düşmanı” bir dünyada sadece kadınlar değil, aynı zamanda yoksul, sömürgeleştirilmiş öznelerdi. Onları çevreleyen sessizlik sağır edicidir. Daha sonra, mümkün olduğunca az önyargıyla, benzersiz, karmaşık öykülerini takip ederek bu kadınların izledikleri yollar hakkında biyografik bir çalışma yapmaya niyetlendim. Başka bir deyişle, kendilerini savunamayan, mükemmel kurbanlar olmadıkları ilkesinden yola çıkarak sözlerinin en küçük izlerini bile ciddiye aldım. Gerçekten de “mikro-direnç” eylemlerine muktedirdiler. Tekrarlandığında, bu eylemler bir sistemi baltalayabilir, onu içeriden çökertebilir. Bu kadınların yaptığı buydu.
GEJ: Sexe, race et colonies özel fotoğraflar, kartpostallar, reklamlar vb. gibi 70.000 belgelik bir külliyattan seçilen 1200’den fazla görüntüyle zengin bir ikonografi içeriyor. Sömürgeleştirme bağlamında toplumsal cinsiyet temsillerinin inşasında imgeler nasıl önemli bir rol oynuyor?
CT: Bu kadınlarla ilgili imgeyi, algıyı, toplumsal muhayyileyi, özel ve kamusal fantezileri inceledim. Edward Saïd ve Michel Foucault’nun öncü çalışmalarının -o zamandan beri birçok feminist akademisyenin gösterdiği üzere, Foucault sömürgecilik ve “ırk” üzerine, Saïd feminizm ve kadınlar üzerine- kör noktaları vardı. 1990’ların ortalarından beri oryantalizmin feminist bir eleştirisini savunuyorum. Sanırım yirminci yüzyılın ilk yarısındaki oryantalist resimlerin aslında Doğu’yla ilgili olmadığını söyleyen ilk kadın tarihçilerden biriydim. Büyük bir yanlış anlama var: İçlerindeki kadınlar “Doğulu” olarak sunuluyor çünkü bu onlara egzotikleştirilmiş bir kadınlık vererek soyunmalarına izin veriyor. Ancak bunlar, en azından oryantalist resmin ilk aşamasında, Cezayirli kadınlar gibi makyaj yapmış beyaz Parisli modellerdir. Siyahî kadınlar da sistematik olarak aynı şekilde dışlandı: Çok az eser onları erotik bir konuma yerleştiriyor; onlar genellikle başkalarının, gerçekten arzulamamız gerekenlerin hizmetkârlarıdır. Kısacası, en başından beri, alanımın etiğine sadık kalarak siyasî bir tarih vizyonu sunduğumu söyleyebilirsiniz. Tarihçiler, herhangi bir meslek mensubu gibi, birçok şeyden “geri adım atmayı” gerektiren etik kurallara uyarlar. Bu yüzden, kendisini “siyasî olarak angaje olmuş bir tarihçi” olarak tanımlayan Catherine Coquery-Vidrovitch’in kullandığı terimle özdeşleşiyorum. Ama bu benim “bilimsel” çalışma yapmadığım anlamına gelmez. Daha ziyade, ne mutlak gerçek ne de nesnel bilgi olduğu anlamına gelir. Tüm bilgi konumlanmış ve özneldir çünkü bilgi, konumlanmış özneler ne bildikleri ve bunu hangi koşullarda bildikleri üzerinde düşündüklerinde olan şeydir. Benim işim eleştirel öznellik üretmek.

GEJ: Fransız yönetimi altındaki Kuzey Afrika’da fuhuş için düzenleyici sistem neden uygulamaya kondu ve bu, sömürgecilerle sömürgeleştirilenler arasındaki iktidar ilişkileri hakkında neyi ortaya koyuyor?
CT: Fransız sömürgeciler, özellikle bilimsel ırkçılık nedeniyle, sömürgeleştirilmiş kadınlarla evlenmek istemediler ama yine de bazılarını cinsel tüketim için “ayırdılar.” Bu, bu kadınların yasal tekelleştirilmesine izin verecek bir sistem gerektiriyordu. Fransızlar tartışmasız galiplerdi; bu yüzden sömürgeleştirilmişler üzerinde “cinsel hakları” olduğuna inanıyorlardı. Bununla birlikte, sömürge toplumunun temellerini patlatmadan tüm kadınlara erişemeyeceklerini biliyorlardı. Erkek sömürge seçkinleri, hangi kadınların ırkların karışmasına “feda edileceğini” müzakere etti ve süreci denetlemek için zorlayıcı kurallar koydu. Fuhuş için düzenleyici sistem böyle doğdu. Karma cinsel ilişkiler, her iki toplumdan erkekler tarafından zaten “aşağılanmış” (eski köleler, cariyeler, fahişeler vb.) kadınlarla ilgili olduğu için sorunlu görülmeyen bir alana kanalize edildi. Bununla birlikte, bu kadınların çoğu, yıkıcı faaliyetlerde bulundu ve/veya isyanlarda yer aldı. Bu isyanlar devrim değildi ama yine de isyandı.
Fuhuş pratiği ve fahişeler sık sık marjinaller olarak sunulur. Bu bir hata çünkü fuhuş toplumun kalbinde yer alıyor. Fuhşu inceleyerek tüm iktidar ilişkilerini anlayabiliriz. Fahişe insanları dinlemek için zaman ayırdığımızda, yüzümüze bakan bir gerçek bu: Ticarileştirilmiş seksin merkeziliği, çoklu ve kesişen bireyler arasındaki iktidar ilişkilerinin şiddetini görmemizi sağlıyor. Fahişeler aşırı tahakküme maruz kaldıklarından, tüm bunlar sömürge fuhşunda en üst düzeye çıkarılır. Bunun sadece cinsellikle ilgili olduğunu iddia edemeyiz: bu bir devlet meselesidir. Örneğin Cezayir, Fenikelilerden beri neredeyse her zaman işgal altındaydı. Bununla birlikte, 1830’dan itibaren, sömürgeleştirmenin ana özelliği, kadınların muazzam, eşi görülmemiş tekelleştirilmesi oldu. Erkek şerefinin kadınların denetimiyle ölçüldüğü güçlü bir patriarkal toplumun merkeziliği göz önüne alındığında, bu çok daha önemlidir. Kadınlar, her iki taraftaki erkekler arasındaki hesaplaşmada kullanıldı.
GEJ: Kitap, çağdaş toplumlarımızın, özellikle de eski Avrupa sömürgeci güçlerinde, ister kadın ister erkek olsun, ırk ve cinsiyet temsillerinde sömürgecilik mirasıyla nasıl yoğun bir şekilde iç içe olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda erkeklik temsilleri nasıl gelişti?
CT: Bu dönem, Avrupa genelinde erkekliğin açıkça bir yeniden tanımlanışına tanıklık etti. Erkekleri evcilleştirme ve cinsel saldırganlık da dahil olmak üzere birçok kamu düzeni sorununa (kavgalar, namus cinayetleri, taciz, tecavüz vb.) neden olan saldırganlıklarını yönlendirme çabaları 1860’larda başladı. On dokuzuncu yüzyılın sonundaki siyasî liderler, kelimenin tam anlamıyla düzen adamlarıydı: her şeyi düzenler, sınıflandırır ve denetlerlerdi; düzenli, ussal, Kartezyen [zihin-beden ayrımı üzerinde yükselen düşünce biçimi-ç.n.] bir toplum istiyorlardı. Bu nedenle erkekler, okul, spor organizasyonları, ordu vb. gibi tek cinsiyetli kurumlarda belirli bir erkeklik biçimine “eğitilirdi.” Bu süreç benim “erkeksi doğruluk” dediğim şeyi, kabul edilebilir bir ortalamayı inşa etmeyi amaçlıyordu. Aynı dönemde hekimler, özellikle de seks terapistleri, “iyi” cinselliğin ne olduğunu açıklamaya başladılar: cinsel ilişkilerin sıklığı, “kabul edilebilir” uygulamaların doğası ve “sapkınlık”ların sınıflandırılması. “İyi cinsel ilişkiler,” açıkça, her şeyden önce heteroseksüeldi; kadın her zaman esasen üreme amacına boyun eğer konumda olmak zorundaydı. Bunu sağlamak için cinsellik oldukça -ama çok da değil- düzenli olmalıydı. Tüm bu heteronormatif reçeteler, mahremiyet alanının kodlanmasına katkıda bulundu. Mahrem alanın kurallara bağlanması, sömürgeleştirilen halkın erkekliğinin, dışlandıkları Avrupa’nın “gelenekleri medenileştirmesi” tarafından şekillendirilenle karşıtlık içinde inşa edileceği sömürge toplumu tarafından absorbe edildi. Bu gayri meşrulaştırma uygulamasının muazzam zararları oldu çünkü üst seviyede ataerkil toplumlarda sömürgeleştirilmiş erkeklerin erkeksi kimliğini sorunsallaştırıyordu.
GEJ: Bu süreç, sömürgeleştirilmiş erkeklerin daha aşağı olduğu anlatısını nasıl besledi?
CT: Sömürgeleştirilmiş erkekler, iki damgalayıcı kategori -aşırılık (“çok fazla” olmak) ya da temel bir eksiklik (“çok az”)- aracılığıyla gayri meşrulaştırıldı. Birincisi cinsel yırtıcınınkiydi: aşırı erkeksi zorlantılı tecavüzcü. Fransa’da bu, dişlerinin arasında bir bıçağın yanı sıra “penisi de sürekli pantolonundan sarkan” yerleşmiş “Arap” imajında cisimleşiyordu. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren “tecavüz Arapların günlük zevkidir” diyen metinler buluyoruz. Bu temsil bugün olduğu gibi o zaman da birkaç düzeyde kullanışlıydı. Bir yandan cinsel şiddetin “oradaki adam”lara yüklenmesine izin verdi. Öte yandan, “onların” kadınlarının denetlenmesinin devam etmesine izin verdi. Bu sınıflandırma, genital organlarla ilgili vahşi, saplantılı fikirlerde kayıtlıdır. Sözde bilimsel yazın, öncelikle “büyük çocuklar” olarak temsil edilen siyahî erkeklerin, daha sonra “kötü” ve “sapık” olan Arapların görünüşte büyük boy penisleri üzerinde yazılarla doluydu. O zamanlar Fransız, Alman ve İngiliz cinsel terapisinde kuramsallaştırılan sapıklık kategorileri, örneğin Cezayir toplumuna uygulandı; La Belle Époque [Güzel Çağ, Avrupa ve Fransız tarihinde genellikle 1871–80 ila Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılları arasına tarihlendirilen döneme verilen ad.-ç.n.] döneminde Araplar zoofiller, pedofiller, nekrofililer ve sodomitler vb. olarak sunuldu.
Gayri meşrulaştırılmış erkekliğin ikinci kategorisi, onların her zaman “alt-” ya da “çok az,” cılız ve kadınsı olarak görülmelerine yol açtı; mutlaka eşcinsel değil, ama asla erkeksi ideale uymayan bir imaj. Bu fikirler ayrı ayrı ve aynı anda kullanılabilir: erkekler aynı anda hem aşırı kadınsı hem de aşırı erkeksi olmaya mahkûm edildi. Her iki durumda da, sömürge bağlamında, Avrupalı erkeklerin karşıtı olarak algılandılar; tehlikeli ve kaçınılması gereken. Amaç, sömürgeci kadınların onlarla cinsel ilişkiye girmesini engellemekti; oysa beri yandan sömürgeciler, sömürgeleştirilmiş kadınların kullanımına karşı değillerdi. Bu, cinselliğin merkezi olduğunu kanıtlıyor çünkü olmasaydı, renk ya da ırkla bu kadar güçlü bir şekilde ilişkilendirilen bu cinsel sınırlar olmazdı.
GEJ: Çalışmanızı feminizmle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
CT: Her zaman militan oldum ve siyasî faaliyetlerimin çoğu feminist mücadele içinde oldu. Tarih okudum çünkü Fransız ulusal anlatısının güçlü bir şekilde ideolojikleştirildiğini biliyorum; belirli gerçekleri ve değerleri dışlamaktadır ve bazı grupları ve bireyleri temsil etmede başarısız olur. Bu arada sömürgecilik, birçok insana ve toplumlarına kalıcı zararlar verdi. Bugün bundan toplu olarak sorumluyuz ve mümkün olduğunca tamir etmeye çalışmalıyız. Bu, yalnızca -bireysel ve toplu olarak- kusurlu bir biçimde sömürgelikten kurtulduğumuz gerçeğini kabul ederek başlar: İnsanlar arasındaki ilişkilerin nominal olarak eşit olduğu bir dünyada yaşadığımızı düşünürüz ama her gün yapısal, sistematik eşitsizlik yaşarız. Bu, elbette, yalnızca sömürgecilikle bağlantılı değildir ama yine de büyük bir sorumluluk taşır çünkü ayrımcılığın en büyük kaynaklarından biri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.
Feminizm yardımcı olabilir çünkü sadece kadın haklarına adanmış olmayan, kapsamlı bir siyasî kuramdır. Bilinç yükseltme ve kendini özgürleştirme üzerine kurulmuş bir “onarım aracı”dır. Bu, ölü ya da diri olsun, karşılaştığımız insanlara kendimizi asla yansıtmamamızı ister. Her biri kendi yolunu seçmelidir. Bu feminizmin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu yüzden mutlak ve kesin mağduriyet kavramını kategorik olarak reddediyorum.
GEJ: Kitabın yarattığı tartışmaya dönersek, tahakküm ve şiddet sorunlarını bir araya getirmediğinizi söylüyorsunuz.
CT: Zorunlu olarak bir inşa olan bir görüntünün “gerçeklik” olduğu ilkesinden yola çıkmak sorunludur. Benzer şekilde, gördüğümüzün (ki her zaman görmek istediğimizi görürüz) gerçek olduğuna inanmak, bir görüntünün içeriğinin anakronizm ya da dogmatizm yoluyla tahrif edilmesine yol açabilir. Tabii ki, kurbanların ya da tahakküm sistemlerinin olmadığını söylemiyorum –tam tersini söylüyorum– ama bu, bireylerin, toplumlarda (bu toplumlar korkunç derecede baskıcı olduğu zamanlar dahil) oldukları gibi yaşayabilmeleri için belirli uyum sağlama stratejilerine sahip oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Bu stratejiler, kişisel tercihlerini ve bireyselliklerini anlamak için de önemlidir; örneğin, kesişen patriyarkal ve/veya sömürgeci tahakküm biçimleri karşısında direniş eylemleri olabilir.

GEJ: Büyük bir gazete, Sexe, race et Colonies’in yayınlanmasından önce, kitapta yer alan ve bazı militan sömürgecilik karşıtı ve Afrofeminist çevrelerde öfkeye yol açan oldukça sert görüntüler yayınladı. Bu tartışma hakkında ne düşündünüz?
CT: Cases Rebelles’in görüş yazısı olan “Bedenlerimiz”i anlayabiliyorum ama bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünüyorum çünkü bunlar “bizim” ya da “onların” bedenleri değil. Bu kadınlar hiçbir şekilde beden değiller ve kendilerinden başka kimseye ait değiller. Onları anlamak için, onların paradoksal, ikircikli ve çelişkili öykülerini vurgulayarak onları aramamız gerekir. Bu genellikle zordur çünkü arşivler [onlar konusunda] çoğunlukla sessizdir. “Biz onlarız” ve “onlar biziz” ilkesinden yola çıkmamalıyız. Onları karmaşık bir insan bağlamı içine yeniden konumlandırmak, tahakkümün şiddetini inkâr etmek değil, daha ziyade, kendimize tahakkümü tamamen ortadan kaldırma şansı vermektir. 2000 yılında Fransa’da kadına yönelik şiddetle ilgili ulusal ankette, Maryse Jaspard bize haklı olarak hem Fransız denizaşırı topraklarında hem de Kıta Fransa’sında ırksallaştırılmış kadınların diğer kadınlardan daha fazla cinsel şiddete maruz kaldığını hatırlattı. Bunun nedeni tam da kitabın bahsettiği her şeyin hâlâ geçerli olması: Bu şiddet canlı, kalıcı; geride kalmış bir şey değil.
Gerçeği elimde tuttuğuma inanmıyorum. Benim rolüm, kendiminkinden başlayarak eleştirel zihinleri eğitmek: kişinin kendi önyargılarından geri adım atması, kişinin ikircikliliğinden hareket etmesi. Bütünlüyle bu yaklaşımı uyguluyorum çünkü Fransa’da, Avrupa’da ve daha geniş anlamda küresel toplumda tehlikede olan önemli şeyler olduğuna inanıyorum. Bu kitap mükemmel olmasa da çok faydalı olabilir çünkü her şeyden önce bir savaş silahı.
Kaynak metin: https://www.eurozine.com/sex-in-colonial-empires-and-its-legacy-in-europe-today/
Bir Cevap Yazın