18 Kasım 2021

Karbon saati işliyor. Hükümetler ve resmi kurumlar, her şeyin iyi olacağına ve riskleri dengeleyebileceklerine dair bize güvence veriyor. Bazıları teknolojinin bizi kurtaracağında ısrar ediyor. İmkansızı daha önce başardık, yine başaracağız, diyorlar. Ama neden onlara inanalım? Karbonsuzlaşma yolunda sınırlı bir ilerleme oldu. Fosil yakıta bağlı sermaye çıkarları, doğrudan emperyalizm çağından türeyen küresel güç ağlarına sıkı sıkıya bağlı durumda. Bunun siyasi öncüleri alaycı hilekarlar olsa da, fosil yakıt statükosuna verilen kamu desteği fazlasıyla gerçek. Karbon koalisyonu her türlü uzman tavsiyesi karşısında inatla ölüme odaklı görünüyor. Merkezci liberaller öfkelerini yüksek sesle dile getiriyorlar, ancak zorlama söz konusu olduğunda geri çekiliyorlar. Periyodik protesto dalgaları oluyor. Çocuklar okulu boykot ediyor. Yeni bir toplumsal sözleşme ve adil bir geçiş için talepler yükseliyor. Henüz küçücük bir azınlık, isyan çağrısı yapıyor.
Amansız bir zaman baskısı; sınırlı kaynakların hızla tükenişi; kendine aşırı güvenen teknokratlar; harika silahlara yönelik vaatler; karşı karşıya gelen savaş yanlısı ve karşıtı gruplar; çılgınlığa bir son verilmesini isteyen çaresiz gençler: sadece küçük değişikliklerle bu tablo, büyük bir savaşta yenilgiye doğru sürüklenen bir ulusun portresi olabilir. Savaş; kolektif tehlike ve bu tehlike karşısında faillik hakkında düşünmenin çok önemli bir yolu olmaya devam ediyor; iklim politikasında, savaş ve savaş zamanı seferberliği söylemi olağanlaşmış durumda. Yeşil Yeni Anlaşma’nın Amerikalı savunucuları, İkinci Dünya Savaşı sırasında elde edilen şaşırtıcı endüstriyel üretimin tekrarlanması çağrısında bulundu. Birleşik Krallık’ta savaş sonrası refah devletinin anıları canlılığını sürdürüyor. Marshall Planı konuşuluyor.
Ama bunların tümü, biraz fazla kolaycı değil mi? Demokratik ülkelerin yürüttüğü, muhteşem bir zaferle sonuçlanan ve ekonomik büyümenin altın çağını ve refah devletinin ortaya çıkışını başlatan bir ‘iyi savaş’. Tarihçi ve iklim aktivisti Andreas Malm’ın son zamanlarda patlama yapan yayınları (bir yıl içinde üç kitap), mevcut durumumuzun bu kayıtsız tarihsel çerçevesine sürekli bir meydan okuma olarak okunabilir. Malm, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında, devrimci ayaklanma ve faşizmin şiddetiyle tanımlanan bir dünya ile, bir kriz çağının sonu değil başlangıcı ile tarihsel analoji kurmayı tercih etmiş.
İkinci Dünya Savaşı’nı ve modern müdahaleci refah devletinin doğuşunu göz önünde bulundurmak, Maynard Keynes gibi düşünürlerin ‘gerçekten yapabileceğimiz her şeyi karşılayabileceğimiz’ vaadini dikkate almak demek. Birinci Dünya Savaşı ve ondan sonraki yıllar, farklı bir karakter kadrosunu çağrıştırıyor. Malm’ın kendi siyasi geçmişi Troçkizm’de ve şimdi kendisini ekolojik bir Leninist olarak ilan ediyor. Malm’ın White Skin, Black Fuel’deki ortak yazarları, faşizm analizinden yararlandıkları ve külleri 1933’te Kremlin Duvarı’nın yanına defnedilen Alman komünist ve feminist Clara Zetkin’den ilhamla, kendilerine Zetkin Kolektifi adını verdiler.
Bazıları Malm’ı gezegen yanarken devrim cosplay’i yapmakla suçlayacaktır. Ama onun konumu aslında trajik bir gerçekçilik. O ve meslektaşlarının White Skin, Black Fuel’de tartıştıkları gibi, iklim değişikliğiyle ilgili tanımlayıcı gerçek, bunun ‘devrimci bir öznesi olmayan devrimci bir sorun’ olduğu. Çevre hareketi toplumsal adalet aktivizmiyle ittifak yapmış olabilir, ancak “bir zamanlar Üçüncü Enternasyonal’in veya ulusal kurtuluş hareketlerinin veya hatta İkinci Enternasyonal’in sosyal demokrat partilerinin gösterdiğine yakın bir güçle kapitalizme meydan okuyabilmiş değil; topal bir halef, kazandığı bir Vietnam Savaşı yok ve refah devletine eşdeğer hiçbir şey inşa etmedi.”
Bizim gerçekliğimiz ile bir asır önceki devrimcilerin gerçeği arasındaki köprü, yaklaşan felaketin farkındalığı. 1900’lerin başlarındaki devrimciler, 19. yüzyılın kaçınılmaz ilerleme vaadini boş – ya da Walter Benjamin’in gördüğü gibi felaket olarak – görmeye başlamışlardı. Topyekun savaşla karşı karşıya kaldıklarında, felaketi önlemek için eylemin gerekli olduğu konusunda ısrar ettiler. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da uyardıkları gibi, ezen ile ezilen arasındaki mücadele, “ya genel olarak toplumun devrimci bir yeniden kuruluşuyla ya da çatışan sınıfların ortak yıkımıyla” (Rosa Luxemburg’un sözleriyle “sosyalizm ya da barbarlık” ile) sonuçlanacaktı. Bir asır sonra, bizim açmazımız nedir? Malm, egemen sınıflar iklim krizinden bahsetseler de, eylemleri onları yalanlıyor diyor:
Alev alev yanan ağaçların kokusu onları rahatsız etmiyor. Batan adaları görünce endişelenmiyorlar; yaklaşan kasırgaların kükremesinden kaçmıyorlar; parmaklarının kurumuş mahsullerin saplarına dokunmasına asla gerek yok; hiçbir şey içmeden geçen bir günün ardından ağızları yapış yapış ve kuru olmuyor… Geçtiğimiz otuz yıldan sonra, yönetici sınıfların bünyeleri itibariyle felakete onu hızlandırmaktan başka bir şekilde yanıt verme konusunda yetersiz olduklarına şüphe yok; kendi istekleriyle, içsel zorlamaları altında, yürüdükleri yolda önlerine çıkan her şeyi sonuna kadar yakmaktan başka bir şey yapamazlar.
Malm’ın Corona, Climate, Chronic Emergency (Corona, İklim, Kronik Acil Durum) broşüründe sorduğu soru, pandeminin herhangi bir şeyi değiştirip değiştirmediği. Soldaki birçok kişi için geçen yılki kriz şaşırtıcıydı ama en azından ilk başta cesaret vericiydi. İklim konusunda ilerleme olasılığı yoktu, ancak pandemi karşısında devlet, genellikle hizmet ettiği çıkarlardan kopmuş gibi görünüyordu. Malm, “Covid-19, her şeyin anlık ve total doygunluğu olarak geldi” diye yazıyor. “Bir gökdelendeki renkli camları savuran bir rüzgar gibi, devleti en çıplak göreli özerkliğine kadar soydu.” Birdenbire devlet büyük şirketlerden bağımsız hareket etmekte özgür hale geldi.
Kuzeydeki hükümetler, kapitalist ekonomilerinin refahını, yaşlılarının ve potansiyel olarak daha genç topluluklarının yaşamları için feda etme konusunda ender bir konumdaydı. Bu anın modern burjuva demokrasilerinde en iyiyi ortaya çıkardığı, yaşama saygının mülkiyete saygının önüne geçtiği, demokrasinin ant içtiği eşitlikçi öncül için bir zafer olduğu düşünülebilirdi.
Malm, dramatik bir müdahalenin iklim krizini çözebileceği fikrini kısaca ele alıyor, ancak hemen reddediyor: “Koronavirüs ile birlikte gelen uyanış ve iklim konusundaki umursamazlık arasındaki karşıtlık yanıltıcıdır. Yıllardır zoonotik yayılmayla ilgili yazılar yazıldı ve devletler antropojenik iklim değişikliğiyle mücadele etmek için gösterdikleri çabayı bu sorunu çözmek için de gösterdiler: yani hiçbir şey yapmadılar.” Malm, kriz vurduğunda, hükümetin eyleminin büyük ölçüde mevcut mülkiyet ilişkilerini ve mevcut servet ve gelir dağılımını desteklemeye yönelik olduğunu da ekleyebilirdi. Müdahaleler devasaydı, ancak niyetleri ve etkileri bakımından ezici bir şekilde muhafazakar kaldılar.
Ne tür bir hükümet mekanizması daha iyi sonuçlar üretebilir? Sol, Yeşil Yeni Anlaşma ya da Daniela Gabor’un ‘büyük yeşil devlet’ dediği şey için çağrı yapıyor, ancak devlet müdahalesinin daha iddialı bir versiyonunun değişimi sağlayacağının garantisi yok. Yeşil Yeni Anlaşmacıların İkinci Dünya Savaşı’nı model almalarını pek cesaret verici bulmamalıyız. Keynesyen makroekonomi savaş sırasında öne çıkmış olabilir, ancak hükümet mekanizmasının kendisi o sırada ticari çıkarlar tarafından giderek daha fazla işgal ediliyordu. Müdahaleci bir sanayi politikası ve piyasalara dönük yoğun düzenleme planları rafa kaldırıldı. Öyleyse alternatif acil durum yönetimi modellerini nerede arayabiliriz? Ya Malm, iklim aktivisti bir devlet için uygun modelin Yeni Anlaşma değil de çok daha köşeye sıkışmış ve daha katı bir savaş zamanı rejimi olduğunu öne sürüyorsa? Ya ihtiyacımız olan model Savaş Komünizmi ise?
Bu cüretkar bir teklif. 1920 ile 1921 arasındaki kısa Savaş Komünizmi dönemi, Rus devrimci tarihinin en tartışmalı dönemlerinden biridir. Bunun umutsuz bir doğaçlama mı yoksa radikal bir değişim için gerçek bir çaba mı olduğu konusunda farklı görüşler var. Bununla birlikte, bunun korkunç bir şiddet dönemi olduğu konusunda hiçbir anlaşmazlık yok. Sheila Fitzpatrick ve Ronald Suny gibi devrime büyük ölçüde sempati duyan tarihçiler için bu, rejimin otoriter ve gerektiğinde terörist bir diktatörlüğe katılaştığı aşamadır. Savaş Komünizmi, bir ekonomik dönüşüm modeli olarak önereceğiniz en son şeydir. Eski çarlık imparatorluğunun ekonomisi diz çökmüştü; toplum sanayisizleşiyordu; kırlarla kentlerden geriye kalanlar arasında feci bir değiş tokuş kopuşu vardı. Ardından gelen kıtlık, Bolşevikleri neredeyse teslim olmaya götürüyordu.
Malm tüm bunların farkında ama yılmıyor:
O halde, nasıl ki İkinci Dünya Savaşı’na iklim seferberliği için bir model olarak bakan hiç kimse Hiroşima’ya bir atom bombası daha atmak istiyor değilse, Savaş Komünizmine atıfta bulunmanın da yargısız infazlar yapmamızı, kırsal bölgelere gıda müfrezeleri göndermemizi veya işçiliği militarize etmemizi önermek olmadığını söyleyelim. Bolşeviklerin erdeme dönüştürdüğü zorunluluk algılarının birçoğunu kolaylıkla kusur olarak görebiliriz. Ancak tam tersine, kendilerinde zayıf yönler olarak gördükleri bazı şeyleri onların güçlü yönleri olarak görebiliriz.
Malm’ı Savaş Komünizmi hakkında büyüleyen şey, geleceğe dair herhangi bir Cornucopian vizyona getirdiği keskin düzeltmedir. Troçki’nin kendi sözleriyle, 1920’deki devrimin konumu ‘olabilecek en yüksek derecede trajik’ti. Radikal yenilik, sert zorunluluk tarafından mecbur kılınıyordu. Rus imparatorluğunun bir parçasıyla sınırlı olan Bolşevik bölgesi, yiyecek, kömür ve petrolden umutsuzca yoksundu. Orduyu beslemek sert bir talep sistemi sayesinde mümkün oldu, ancak umutsuz kömür kıtlığını gidermek için daha yenilikçi bir çözüme ihtiyaç vardı. Fosil yakıtlardan mahrum kalan Troçki, oduna döndü. Kızıl Ordu’nun zırhlı trenleri kütüklerle ateşlendi. Malm’a göre, 1921’e gelindiğinde, doğaçlama bir organik enerji rejimi, birleşik fosil yakıt reaksiyon güçleri üzerinde zafer kazanmıştı. Malm’ın kafamıza sokmaya çalıştığı şey, Bolşeviklerin 1917 ile 1922 arasında yaptığı gibi, savaş halindeki bir grup enerji devrimcisinin, yeni bir siyaset, yeni bir ekonomi ve yeni bir enerji rejimi oluşturmak için, küresel petrol ve gaz imparatorluğundan koptuğu, fosil kapitalizmine karşı bir harekettir. Malm’ın belirttiği gibi, en azından bugünün Savaş Komünistleri güneş ve rüzgar enerjisine sahip olacak.
Malm’ın bir eylem önerisinde bulunmaktan çok radikal bir düşünce deneyi yaptığını varsayalım. Onun tarihsel analojisini normal politika diline tercüme etseydik, mesele muhtemelen, enerji geçişine yönelik herhangi bir ciddi girişimin, fiyatlandırma ve müzakere ile birlikte, sadece kanunların hükmüne göre değil ama militan bir enerjiyle de, bir kamulaştırma, düzenleme ve yasaklama kombinasyonunu içereceği olurdu. Soru, bunu başarmak için ne tür bir siyasi oluşumun gerektiği. Savaş Komünizmi, hayatta kalmak için bir ölüm kalım mücadelesine kilitlenmiş devrimci bir parti tarafından yönetiliyordu. Durumumuz bu değil, en azından henüz değil.
White Skin, Black Fuel’de çok daha umut verici bir rota önerilmektedir. Bu devasa kolektif çalışmanın kurucu ayrımlarından biri, ekonominin fosil yakıt çıkarımına indirgenemez bir şekilde bağımlı olan sektörleri ile fosil enerji kullanan ancak varoluşsal olarak onunla iç içe olmayan sektörler arasındadır. İlkiyle hiçbir uzlaşma olamaz: hayatta kalmak, onları kapatmaya bağlıdır. İkincisi, herhangi bir Yeşil Yeni Anlaşma stratejisinin başarılı olması için devreye sokulması gereken aktörlerdir. Herhangi bir varsayılan ‘büyük yeşil devlet’ açısından endişe konusu olan mesele, maden çıkarma amaçlı fosil yakıt sektörünün ne kadar direneceğidir.
Avrupa çapında aşırı sağ partilerin yükselişi ve Donald Trump ve Jair Bolsonaro’nun başkanlıkları, ikinci bir faşizmin gelişi hakkında bir tartışma dalgasını tetikledi. Trump ve Bolsonaro aynı zamanda iki iklim inkarcısı. Malm ve White Skin, Black Fuel’deki ortak yazarları bunun bir tesadüf olmadığını savunuyorlar. Birincisi, son yirmi yılda fosil yakıt çıkarımını savunanların taktik değiştirdiğini belirtiyorlar. 1990’lardaki iklim inkarcılığı, aleni ve açıkça çıkarcı bir yalandı, bilime karşı bir komploydu; bugün vurgu, fosil yakıtlı yaşam tarzını agresif bir şekilde savunan geniş tabanlı hareketler üzerindedir. İş dünyasından önemli miktarda fon sağlanmış olsa bile, büyük yalanı sürdürmek zorlaştı; Exxon ve BP artık iklim değişikliğinin varlığını kabul ediyor. Buna karşılık, iklim direnci hegemonyanın daha dolaylı mekanizmalarını benimsedi. Trump ve Bolsonaro kömürü, petrolü ve gazı destekliyor, ancak bilimsel tartışmaya girmeye çalışmak yerine sadece laf kalabalığı yapıyorlar. Kendi seçmenlerine hitap etmek için sadece elit karşıtı önyargıları uyandırmaları gerekiyor ve gerisini eski iklim-kuşkucu memlerin güncel versiyonları hallediyor.
Bu, iklimin açık bir şekilde gündemlerinin merkezinde olduğu anlamına gelmiyor; bu onların elit karşıtı, işçi sınıfı milliyetçiliğine başvurmalarının bir sonucu. White Skin, Black Fuel gaz yakan tüketimciliğin, fosil yakıt bağımlılığının, yerleşimci sömürgeciliğinin ve ırksal güç yapılarının tarihsel olarak nasıl iç içe geçtiğini sergilemeye çalışıyor. Fosil yakıtlar ile tarihsel faşizm arasında da benzer bir bağlantı vardır. Almanya’daki faşistler, Savaş Komünistlerinden daha iyi bir konumdaydı. Kömürleri vardı. Ama aynı zamanda Anglo-Amerikan gücünün meta temeli olan petrole bağımlılığı aşmanın bir yolunu da bulmaları gerekiyordu. Böylece, kimyasallar holdingi IG Farben, Orta Avrupa kömüründen petrol ve kauçuk üretmenin bir yolunu tasarladı. Auschwitz kamp kompleksinin kalbinde büyük bir sentetik kimya fabrikası olması tesadüf değil.
Malm ve Zetkin Kolektifi’ne göre, otoriterlik ile fosil yakıtlar arasındaki bağ, tarihsel ve ideolojik boyutlarına ek olarak, daha derin bir psikolojik düzeyde işliyor. Herbert Marcuse’nin faşist kitle psikolojisi okumasında saldırma, bölme ve toz haline getirme arzusu olarak tanımladığı şeyi anımsatırcasına, Trump, “kaya duvarları aşan, dünyanın derinliklerini kazan ve okyanus tabanına ulaşan, enerjinin her zerresini evlerimize, ticaretimize ve hayatlarımıza getiren” işçileri övdü. Bağlantıyı pekiştiren sadece bu sözler değil. Liberal ana akımın kognitif tutarsızlığı, Malm ve kolektif tarafından çizilen, ölmekte olan bir fosil yakıt uygarlığının psikogramında önemli bir bileşen. Clara Zetkin’in faşizmin sosyalist devrimin başarısızlığı karşısında tarihin intikamı olduğuna dair argümanını yankılarcasına, ana akım iklim politikasının ikiyüzlülüğünün ve tutarsızlığının seçmenleri aşırı sağa yönlendirdiğini düşünüyorlar. Sorun konusunda hiçbir şey yapmadan iklim krizi deyip durmak, uzun vadede tahammül edilemez bir şey. Liberallerin başarısızlıkları Trump’ı dürüst gösteriyor. Bilimi inkar ediyor olabilir, ama en azından kendine karşı dürüst.
Malm’ın son provokasyonu olan How to Blow up a Pipeline’ı (Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır), arka planda bu çıkmaza girmiş toplum portresi ile okumalıyız. Kitap, militan eyleme yönelik genel bir argüman sunsa da, onu en iyi, ‘belirli bir konjonktürde bir müdahale’ olarak anlamak gerek. Malm’ın protestolarına katıldığı Alman hareketi Ende Gelände, 2015 ve 2018 yılları arasında Almanya’nın linyit madenlerine ve duman püskürten elektrik santrallerine karşı doğrudan eylemi harekete geçirmede kayda değer bir başarı elde etti. Ancak Merkel hükümeti, kömürden çıkışı 2038’e kadar ertelemek için kömür endüstrisi ve sendikalarla bir anlaşma yaptığında hareket ciddi bir gerileme yaşadı; bu, Paris Anlaşması’nın mütevazı taahhütleriyle bile tamamen çelişen gülünç bir ufuk oldu. Bu, Almanya’daki iklim hareketi için bir dönüm noktasıydı.
Ende Gelände’nin militan eylemcileri, nükleer karşıtı hareketin doğrudan eylem teknikleri konusunda eğitilmişlerdi, ancak şimdi öncülük eden, Greta Thunberg ve Fridays for Future’dan ilham alan okul çocuklarının seferberliği. 15 Mart 2019’da tarihin en büyük eşgüdümlü gençlik protestosu olan 1,4 milyon kişilik bir okul grevi gerçekleşti. Bunu, Extinction Rebellion tarafından Birleşik Krallık genelinde bir dizi protesto izledi. Eylül 2019’a kadar, Cuma grevi hareketi, üçte biri Almanya’da olmak üzere dünya çapında dört milyon protestocuya ulaştı. Ancak Malm’ın ve Ende Gelände hareketindeki pek çok kişinin hayal kırıklığına uğramasına sebep olacak şekilde, Fridays for Future, doğrudan eyleme ilgi göstermedi. Protestocu öğrenciler, gürültülü sokak gösterileri geleneğine bağlı kaldılar. Birleşik Krallık’ta, Malm’ın gözlemlediği gibi, XR, kendisini şiddet içeren eylemlere karşı konumlandırarak ABD’deki son eylem çizgisini izledi.
Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır’ın altındaki soru, 2019’daki yeni protesto hareketlerinin, ölçeklerine ve dinamizme rağmen, Ende Gelände tarafından başarıyla modellenen fiziksel engelleme ve parçalama tekniklerini benimsemeyi neden reddettiği. Cevap kısmen ahlaki. Özellikle ABD hareketi, şiddet içermeyen yöntemlere bağlılığı benimsemiştir. Bazıları, mülke yönelik saldırıların yalnızca acı verici ve baskıcı bir tepki üreteceğini savundu ve gerçekten de bu yaz, Ruby Montoya ile birlikte Dakota Access boru hattına karşı bir sabotaj kampanyası yürüten Jessica Reznicek, sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ancak Malm’ın iddia ettiği gibi, bu tanıdık taktik kaygılar, iklim hareketinin mevcut aşamasında, kontrollü olma ve şiddetsizliğin gücünün fetişleştirildiği tuhaf bir tarih okumasıyla pekiştirildi. “Yeni hareketler,” diyor yazar, “kayıtsızlığın kontrolünü kırabilecek tarihi emsallere -insanların umutsuz ihtimallere rağmen kazanması, büyük kötülüğün aniden sona ermesi- bakıyor”:
Onlar galip gelebildiyse, diyor mantıkları, biz de yapabiliriz. Eğer dünyayı şiddet dışında her şekilde değiştirdilerse, biz de onu aynı şekilde kurtaracağız. Analoji, en belirgin olarak, kendisini tarihsel çalışmanın bir sonucu olarak tanımlayan nadir bir örgüt olan XR’de, birincil bir argümantasyon tarzı ve stratejik düşüncenin ana kaynağı haline geldi. Argümanın, ne ‘şu anda şiddetin kötü olur’ (mesela, ‘küresel Kuzey’de sınıf mücadelesinin seviyesi o kadar düşük ki, maceracı eylemler sadece geri teper ve onu daha fazla bastırır;’ XR’ın ağzından asla duymayacağımız sözler) ne de ‘sadece şiddetli baskı koşulları altında amaca uygun olabilir’ olduğuna dikkat edin. Bunun yerine, analojiye dayalı stratejik pasifizm, şiddetin her durumda kötü olduğunu savunur, çünkü ona göre tarihin gösterdiği budur. Başarı ancak barışçıl eylemle gelmiştir. Tarihsel analojiler listesi kölelikle başlar.
Ancak Malm’ın işaret ettiği gibi, iklim hareketinin tarihe sahip çıkması hep tek taraflı olmuştur. Doğrudan eylem ve sabotaj kullanımını vurgulamadan süfrajet hareketini nasıl ciddi bir şekilde ele alabiliriz? Daha da grotesk olanı, köleliğin kaldırılmasının, köle isyanı ya da militan kölelik karşıtlarının radikal örneği yerine Mevlevi tekkesi “STK’ların” yüksek ahlakçılığı yoluyla elde edilmiş gibi yansıtılması.
Malm’a göre iklim hareketi, doğrudan eylemi dışlayarak, kendisini tek ciddi kozundan mahrum bırakıyor. İhtiyaç duyulanın, kamuoyunun ve seçim sonuçlarının yavaş değişmesi değil, daha kapsamlı bir ‘değişim teorisi’ olduğunu savunuyor:
Başlangıç için bu milyonluk hareketin yapması gereken şey şu: yasak ilan etmek ve uygulamak. Yeni CO2 yayan cihazlara hasar vermek ve onları imha etmek. Onları devreden çıkarmak, parçalamak, yıkmak, yakmak, havaya uçurmak. Öyle ki, ateşe yatırım yapmaya devam eden kapitalistler mallarının çöpe gideceğini bilecek. Ende Gelände’nin sloganı ‘Yatırım riski biziz’, ancak riskin yılda bir veya iki günlük üretim kesintisinden daha yüksek olması gerektiği açık. Bill McKibben, ‘Yozlaşmış bir Kongre’den ciddi bir karbon vergisi çıkaramazsak, bedenlerimize fiili bir karbon vergisi uygulayabiliriz,’ fikrini savundu, ama karbon vergisi 2004’te kaldı artık. Kongre’den yasak çıkaramıyorsak, bedenlerimizle ve gerekli diğer araçlarla yasağı fiilen uygulayabiliriz.
Malm, bu tür taktiklerin harekete desteği ürkütme, medyaya suçlamak için koz verme ve kitlesel baskıyı kışkırtma riskinin farkında. Kendisinin de kabul ettiği üzere, “iklim militanlığı, egemen sınıflara yönelik fiziksel saldırıların toplum çapında yeniden örgütlenmenin yalnızca küçük kısımlarını oluşturduğu daha önceki üretim tarzlarındaki değişimlerde olduğu gibi, daha geniş bir anti-kapitalist taban dalgasına eklemlenmek zorunda kalacaktır. Bu nasıl olabilir? Önceden bilinemez. Sadece pratiğe dalarak bulabiliriz.” Bunlar, risklerin farkında olup tüm yumurtalarını aynı sepete koymayan devrimci bir kadronun sözleri.
Kapsamlı karbonsuzlaşma hedefinin ne kadar uzak olduğu düşünüldüğünde, önemli olan amaçtan çok siyaset tarzı. Altta yatan çatışmanın gerçekliği göz önüne alındığında, bölünme ve çekişme kaçınılacak değil, aksine benimsenecek şeyler olmalı; bu, temel bir Leninist ders. Antagonist bir duruş benimsemek, duruma münasip olduğunca cevap vermekten fazlasını yapmamaktır. Malm ve kolektifinin White Skin, Black Fuel’un sonunda yazdığı gibi, “tek başına aşırı sağın iklim karşıtı politikaları bile, fosil yakıtlardan bir tür yumuşak, mantıklı geçiş yoluyla vazgeçilebileceğine dair kalan her türlü yanılsamayı parçalamalıdır… Geçiş yoğun kutuplaşma ve yüzleşme yoluyla olacak ya da hiç olmayacak.” Bu açıdan bakıldığında soru, liberal aktivistlerin sabotaj yapmak isteyip istemedikleri değildir. Mevcut rotamıza devam edersek, sabotaj çizgisi zaten geliyor. Yukarıdan yönlendirilmezse, aşağıdan fokurdayacak. Asıl soru, ana akım iklim hareketinin kendisini gelecek ıstıraplı ikilemlere hazırlayıp hazırlayamayacağı. Kriz, şiddet, bölünme ve büyük olasılıkla yenilgi karşısında tutarlılığını ve ivmesini sürdürebilir mi?
Bu noktada, 20. yüzyıl Avrupa tarihinin dramaları, Malm’ın gelecek vizyonuna musallat olmak için geri dönüyor – devrime bir ilham kaynağı olarak değil, nihayetinde beyhude çıkabilecek bir direnişe anlam kazandırmanın bir yolu olarak. Artık okul grevleri ve BM konferansları dünyasında olmadığımızı hayal edin. Buzulların erimesinden ve dramatik bir uygarlık çöküşünden sonra, kuzey enlemlerinde toplanmış bir insan kalabalığının varlıklarını sürdürmeye çalıştığını hayal edin. Çocuklarına felaket hakkında ne anlatacaklar? “İnsanlık mükemmel bir uyum içinde dünyanın sonunu getirdi mi diyecekler? Herkesin fırınlar için gönüllü olarak sıraya girdiğini mi söyleyecekler? Ya da bazı insanların öldürüleceklerini bilen Yahudiler gibi savaştığını mı?”
Malm’ın ‘Yahudiler’ atfı, Varşova gettosunun direniş savaşçıları ve Nazilere karşı kahramanca ama ölüme mahkûm ayaklanmalara girişen kamplardır. Ve bu olağanüstü benzetmeyi tüm ciddiyetiyle yapıyor: “Doğrudan sonuç almayı hesap ederek direnmek için çok geç ise, yaşamın temel değerlerini savunmanın zamanı gelmiştir, bu sadece göklere haykırmak anlamına gelse bile.” Ve Alain Brossat ve Sylvie Klingberg’in Revolutionary Yiddishland’inden (Devrimci Yidiş Ülkesi) alıntı yapıyor: “Mücadeleleri tarih içindi, bellek içindi… Yaşamın, zafer umudu olmaksızın fedakarlık ve mücadele yoluyla bu şekilde olumlanması, ancak bir ‘tarihe inanç eylemi’ olarak anlaşılabilecek trajik bir paradokstur. Bir boru hattını havaya uçururken ölmek, kayıtsızca yanmaktan daha iyidir.” Böylece bir boru hattını havaya uçurma imgesi, şimdi bir sabotaj değil özveri eylemi olarak geri dönmektedir. Anıtsal bir geçmişle karanlık bir geleceğin bu kesişme noktasında, bir çıkmaz sokağa varıyoruz.
Daha önce Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır bölümünde, Malm bir alternatife işaret ediyor. “Son protesto döngüsündeki kitlesel seferberlikleri görmezden gelmenin imkansız hale geldiğini hayal edin,” diye yazıyor.
“Egemen sınıflar kendilerini öyle ateş altında hissediyorlar ki – belki de elle yazılmış pankartlar taşıyan bu çocukları görünce kalpleri biraz eriyor – ve inatları azalıyor. Özellikle de seçim vaatlerini yerine getiren Avrupa’daki yeşil partilerden yeni politikacılar seçilerek göreve geliyor. Taban basıncı yüksek tutuluyor. Yeni fosil yakıt altyapısına ilişkin moratoryumlar ilan ediliyor. Almanya, kömür üretiminin derhal durdurulmasına geçiyor, Hollanda gaz için, Norveç petrol için, ABD yukarıdakilerin tümü için aynısını yapıyor; emisyonları yılda en az yüzde 10 oranında azaltmak üzere yasal düzenlemeler ve planlamalar yapılıyor; yenilenebilir enerji ve toplu taşıma ölçeklendiriliyor, bitki bazlı diyetler teşvik ediliyor, fosil yakıtlara yönelik kapsamlı yasaklar hazırlanıyor.”
Eğer bu gerçekleşirse, Malm, “harekete bu senaryoyu tamamına erdirme şansı verilmesi gerektiğini” kabul ediyor.
İklim aktivistlerinin çoğunluğu bu reformist vizyona umut bağlamış durumda: gerçekten de ona tutunmalıyız. Ama şunu da kabul edelim ki, bu satırlar henüz aylar önce basılmış olmasına rağmen, artık güncelliğini yitirmiş görünüyorlar. Ve Malm çok geçmeden bize dünyanın bugünkü görünümüne çok daha yakın bir vizyon sunuyor. Düşünün, “birkaç yıl sonra, Thunberg neslinin çocukları ve geri kalanımız bir sabah uyandığında, tüm grevlere, bilime, yalvarmalara, renkli kıyafetler giyen ve pankartlar taşıyan milyonlarca insana rağmen, işlerin alışıldık işleyişte devam ettiğini görüyoruz… O zaman ne yapacağız?”
Merkezciler sabır tavsiye edecek. Keynes, gerçekten yapabileceğimiz her şeyi karşılayabiliriz, demişti. Aynı şekilde, 1942 baharında yaptığı bir radyo konuşmasında, sabırlı olmamız ve gerekli zamanı ayırmamız koşuluyla, gerçekten yapabileceğimiz her şeyi karşılayabileceğimizi de ekledi. Manidar bir kayıtlama bu. Malm’ın belirttiği gibi, tarihin ve zamanın kendi tarafında olması sosyal demokrasinin temel bir varsayımıdır. Ancak durumun hala böyle olduğunu hayal etmek, kısa, orta ve uzun vadeyi güvenle ayırt edebiliyormuş gibi konuşmak, bugün iş başındaki en sinsi yumuşak inkar biçimlerinden biridir. Artık buna müsamaha göstermemeliyiz.
Malm’ın işaret ettiği gibi, neoliberalizm, durumun gerektirdiği ölçek ve hızda bir krizi karşılamaktan kaçınmanın yollarını defalarca buldu. Pandemiye verilen yanıt, tam da böyle bir esneklik gösterisi sağladı. Ancak iklim değişikliği söz konusu olduğunda bu tür politikalara güvenmek, gezegensel felaket için bir reçetedir. Malm bizi çok önemli bir soruyla yüzleşmeye zorluyor: Sosyal demokrat acil durum politikaları nelerdir? Ekolojik Leninizm versiyonu reddedilecekse, felaket karşısında eylem mantığımız nedir? Çok az zamanımızın kaldığını düşünmek için her neden varken siyasi seçeneklerimiz nelerdir? Malm tarafından alıntılanan bir denemede Daniel Bensaïd’in bize hatırlattığı gibi, 1914’te Lenin, Hegel’in Mantık Bilimi’nin kenar boşluklarına bir not düşmüştü: “Aşamalılıktaki kopuşlar… Sıçrama olmaksızın aşamalılık hiçbir şeyi izah edemez. Sıçramalar! Sıçramalar! Sıçramalar!”
Bir Cevap Yazın