Xochitl Gonzalez – Zenginler sessizliği mi seviyor?

Soylulaştırmanın sesi sessizliktir

1 Ağustos 2022

Çeviren: S. Erdem Türközü

Görsel: Jorge Colombo

New York yazın gürültülü bir yer, özellikle de paranız yoksa. Zenginler Hamptons ya da Maine’e kaçar. Burjuvazi, merkezi havalandırmanın uğultusu tarafından, küçük kuzenleriyse pencerelerinin kükremesiyle güvenli bir şekilde korunmaktadır. Ama cebi delikler–az parası olanlar ve hiç parası olmayanlar- için yaz, açık bir pencere anlamına gelir; bu sayede kentin gürültüsü hayatın müziği haline gelir: hızlanan motosikletler, fren yapan otobüsler, kavga eden çiftler, oynamak için birbirlerini çağıran çocuklar ve müzik. Kesintisiz müzik.

Hatırlıyorum, üniversiteye gitmeden önceki yaz, yatak odamın vantilatörüne yakın yatıp her şeyi göze aldım. Kısmi bir burs (ve bir ton kredi) sayesinde, Ivy League [Sarmaşık Birliği -ABD’nin akademik başarısıyla tanınan sekiz üniversitesinin oluşturduğu grup–ç.n.] üniversitesine gidiyordum. Beton kaldırımları ve ailemin sıkışık sıra odalı dairesini terk etmek ve yemyeşil, bakımlı çimenler ve görkemli mimarinin arka planında, kendi şartlarımda yaşamaya başlamak için gün sayıyordum.

Henüz bir Ivy League kampüsünde yaşamadığınızı bilmiyordum. Birinde oturuyorsun. Yaşamak gürültülü ve dağınık ama ikamet? İkamet etmek sakin bir iştir.

İlk olarak azınlık-öğrenci oryantasyonu için kampüse geldim. Karşılama etkinliği bir blok partisi hissi verdi, Blahzay Blahzay bir müzik setini patlattı. (90’lar idi.) İlk birkaç geceyi birbirimizin odalarında toplanarak geç saatlere kadar dedikodu ve dans ederek geçirdik. Bu yeni yerde ve birbirimizle biraz rahatlık bulmayı öğreniyorduk.

Sonra diğer öğrenciler geldi -beyaz öğrenciler. Derslerin ilk günü o kadar görkemli bir WASP’ımsı [White Anglo-Saxon Protestant –Beyaz Anglo-Sakson Protestan sözcüklerinin kısaltması–ç.n.] ihtişamıyla kutlandı ki, genç, hevesli kalbimin sıçramasına neden oldu. Akademik cübbeleri içinde öğretim üyeleri, asırlık gelenekler ve bizim ne kadar harika ve benzersiz olduğumuz hakkında konuşmalar yaptı –“şimdiye kadarki en iyi sınıf”. Çocuklar akapella söyledi ve bando eşliğinde geçit töreni yaptı. Lise yıllarımı geceleri kumsalda litrelik şişelerde bira içmek için gizlice dışarı çıkarak ve kulüplere doğru yol almak için harcadım. Etrafımda olup bitenlerin pek de havalı olmadığını anladım ama özeldi. Ve ben onun bir parçasıydım.

Sadece bu kadar sessiz olmayı takip eden her şeyi hesaba katmamıştım. Sessizlik ilk başta üzerime çullandı. Yeni oda arkadaşlarımızdan biri şaşırtıcı derecede erken bir saatte kendilerini gösterişli bir şekilde yatmaya hazırlamaya başladığında, ben oryantasyondan arkadaşlarımla takılıyor olurdum. İpuçları alınacak, gözler yuvarlanacak ve bu gecelik bu kadar diyecektik. Bir gün, yanlışlıkla kütüphanenin Kesinlikle Sessiz Odası’nda ders çalışmak için oturduğumda, diğer öğrenciler, Discman’imi taktığım için ŞŞİŞT’leyerek beni utandırdı. Cumartesi geceleri gibi nadir istisnalar dışında, kampüsü bir sessizlik kapladı.

Çok geçmeden sessizliğin gürültünün yokluğundan daha fazlası olduğunu anladım; saygı duyulacak bir estetikti. Yine de kim olduğumla çatışan bir estetikti. Birçoklarımızın çatıştığı bir estetikti.

Birkaç hafta içinde, o ilk kakofonik günlerde ben ve azınlık öğrencilerinden birçoğunun hissettiği rahatlık, her seferinde bir ceza olmak üzere aşınmıştı. Toplantılarımızı yavaşlatmaya yönelik pasif-agresif sinyallerin yerini, bu odalar bize ait olsa da, daha az gürültü yapmamız, daha az eğlenmemiz, hayatımızı başka bir yerde sürdürmemiz için açıktan açığa talepler aldı. Gürültülü bir konuşma, bir sınıf arkadaşının “lütfen sessiz olun” diyerek kapıyı çalmasına neden olurdu. Bir bilgisayar grubunda biraz fazla sesli ya da uzun süren bir kahkaha bir ihtarla karşılanırdı.

O anlarda utanç ve öfkeyle içim içime sığmadı ama nedenini açıklayamadım. Arkadaşlarımdan ve benden sessizliğimizi talep ederken, bu öğrencilerin rahatlarının sevincimizin yerini aldığını ima ettiklerini anlamam yıllarımı aldı. Ve razı olarak, bunu kabul ettim.

Evin seslerini hafife almıştım. Büyükannem apartmanın karşısından kükrüyor, arkadaşlarım penceremin altındaki sokaktan adımı haykırıyor. Çöp kamyonları, araba alarmları, 4 Temmuz’la uzaktan yakından ilgisi olmayan havai fişeklerin patlamaları. Müzik. Bunların yoksulluğun, kapana kısılmış olmanın sesleri olduğunu düşünmüştüm. Yokluklarında, onların kimliğimin sesleri olduğunu fark ettim, sesi kökledim.

Üniversitede, akademik ve kültürel olarak yaptığım öğrenmeyi sevdim. Ve beyaz olmayan öğrencilerinin bize ait olduğunu iddia ettiği alanlarda çok eğlenmeyi başardım. Kendi yurtlarımız, kendi mekânlarımız vardı; arka planda Víctor Manuelle ya da Selena’nın oynadığı, tercih ettiğimiz şekilde çalışabileceğimiz bilgisayar merkezinde bir oda bile seçtik. Bazı beyaz öğrenciler kendi kendimizi ayırmamıza içerledi. Anlamadıkları şey, kimsenin bize susmamızı söylemediği yerlerde insanlarla birlikte olmak istediğimizdi.

Üniversiteden sonra Brooklyn’e geri döndüğümde, mekânın değiştiğini gördüm. Polonyalı, Porto Rikolu ve Siyah olan mahalleler birdenbire işçi sınıfı bölgesinden ziyade üniversite kampüsüme daha uygun görünen insanlarla dolup taştı. Göz alıcı ama düşük ücretli beyaz yakalı işleri seçtikleri için birçoğunun uygun kiralara gereksinimi vardı. Ne yazık ki, bu yeni gelenler buraya bizimle birlikte yaşamak için taşınmamışlardı; oturmaya geldiler.

İlk kez Şükran Günü’nden önceki gece oldu. Üç ya da dördümüz –hiçbirimiz beyaz değildik- en iyi arkadaşımın stüdyo dairesinde paket yemek yiyorduk. Radyo çalıyordu ve sık sık yaptığımız gibi, yaşayan en iyi rapçinin kim olduğunu tartışıyorduk. Kapı çaldı ve açtığımızda, Brooklyn’e yeni gelen 20’li yaşlarında bir kadın olan arkadaşımın komşusu, bıkkın bir şekilde orada duruyordu. “Anneleriniz size iç mekân sesiyle dış mekân sesi arasındaki farkı öğretmedi mi?”

Bir sonraki Fort Greene’deki brançta oldu, ondan sonraki Williamsburg’da yeni açılan bir otel barında. Bir süre sonra takip etmeyi bıraktım. Şikâyet eden insanlar açıkça üstün gördükleri bir ses ortamını uygulamaya çalıştıklarını düşündü ama gerçekte yaptıkları şey, denetlemek için utancı kullanmaktı. Restoranın, binanın, ilçenin üzerinde. Ve Bizim üzerimizde.

Kuşaklar boyunca göçmenler ve ırksal azınlıklar kent merkezinin çeperindeki banliyölere ve kent sınırlarına sürüldü. Uzak ama özgür. Orada ne olduğu kimsenin umurunda değildi. Üniversiteye gittiğimde yabancı bir ülkede misafir olduğum çok açıktı ve geleneklerine saygı göstermek için elimden geleni yaptım. Ama şimdi yabancılar kıyılarıma, ayrılmaya hiç niyetleri olmadan gelmişti. Ve geri kalanımızın kendilerini daha rahat ettirmek için değişmesini istiyorlardı.

Gereksiz Gürültünün Bastırılması Derneği [The society for the Suppression of Unnecessary Noise] 1906’da Julia Barnett Rice adlı bir doktor tarafından kuruldu. Rice, gürültünün sağlıksız olduğuna inanıyordu ve New York’un üst sınıfını (Mark Twain dahil) vapur düdüklerini yöneten kurallar ve hastanelerin yakınında oynayan çocuklardan sessizlik taahhüttü gibi şeyler için lobi yapmak için görevlendirdi.

Grup, St. Regis oteli gibi lüks mekânlarda bir araya geldi ama Rice, yalnızca New York’un üst sınıfını korumakla ilgilenmediği konusunda ısrar etti. The New York Times’da, “Bu hareket zenginlerin ferahlığı için değil” diye yazdı, “çünkü yoksullar, kentten diledikleri zaman ayrılabilenler kadar, hatta daha fazla yararlanacak”. 1909’da örgüt, çoğu göçmen olan sokak satıcılarının mallarını tanıtmak için bağırmasını, ıslık çalmasını ya da zil çalmasını yasaklayan bir kararnamenin geçişini kutladı. (Yasak sadece Manhattan’a uygulandı ama kent, on yıl önce beş banliyönün tamamen birleşmesiyle oluşmuştu.)

Kentin seslerini (araba kornaları, dondurma-kamyon şıngırtıları) düzenleme girişimleri 20. yüzyıl boyunca devam etti ama 90’larda kişisel bir dönüş aldı. Kent, müzik kutuları, araba stereoları ve gece kulüplerinin peşine düşmeye başladı. Bunlar kesinlikle gürültülüydü ama bunlar baş belası mıydı? Onlardan zevk alan insanlara için  değil.

Büyükannemin dediği gibi, “Ben bağırmıyorum, işte böyle konşuyorum!”

1991’de New York polis teşkilatı, polislerin -genellikle siyah-kahverengi toplulukların çoğunlukta olduğu topluluklarda- sokaklarda dolaştığı ve gelişmiş stereo sistemli arabaları avladığı ve bunlara el koyduğu bir kampanya olan Soundtrap Operasyonu’nu başlattı. (“Sesi kısmazlarsa, kontaklarını kapatacağız,” diye söz verdi polis teşkilatının şefi.) Rudy Giuliani 1994’te belediye başkanı olduğunda, kulüpleri Aşağı Doğu Yakası ve Chelsea gibi soylulaştırılan mahallelerden dışarı çıkmaya zorlamak için kabare ruhsatı yasasını kullandı. Gece hayatıyla mücadele Bloomberg yıllarında da devam etti. New York, seçkin bir ses estetiğini etkili bir şekilde yasalaştırıyordu: gürültünün üzerinde sessizliğin sistematik olarak yükseltilmesi.

Takip eden yıllarda, New York’un gece kulüplerinin çoğu, gürültülü ve gururlu olmaya devam eden Brooklyn’e göç etti. 2019 verilerinin analizi, onu New York’taki en gürültülü ilçe olarak belirledi. En fazla gürültü şikâyetini kent şikâyet hattı olan 311’e göndererek bu onuru kazandı. Bu da şu soruyu gündeme getiriyor: En gürültülü ilçe miydi? Yoksa sadece gürültülü insanların ve bu gürültülü insanları denetlemek isteyen insanların en yoğun karışımına mı ev sahipliği yapıyordu?

Birçok kent gürültüsünü sinir bozucu ve can sıkıcı buluyorum: sokakların onarıumında kullanılan kaya delgi makineleri, geri geri giden kamyonların bip sesi, arabaların nedensiz yere korna çalması. Yine de bu sesler, tüm gürültü şikâyetlerinin küçük bir azınlığını oluşturmaktadır. Son şikâyetlerin yaklaşık yüzde 60’ı, yaşam tarzı seçimleri olduğunu düşündüğüm şeylere odaklanıyor: müzik, partiler ve yüksek sesle konuşan insanlar. Ancak bir kişinin yüksek sesi, başka bir kişinin neşe ifadesidir. Büyükannemin dediği gibi, “Ben bağırmıyorum, işte böyle konşuyorum!”

Manhattan’ın 59. Cadde’den 96. Cadde’ye uzanan Yukarı Doğu Yakası, ilçenin en sessiz mahallelerinden biridir. Metropolitan Sanat Müzesi gezileri dışında, orada büyürken çok fazla zaman geçirmedim. Aslında, kent dışına ilk gerçek adımım üniversiteden önceki yaz geldi. Bursumu veren kadın benimle tanışmak istedi. En iyi pazar günümde Beşinci Cadde’deki apartmanının asansöründen indim ve hemen bir hizmetçi tarafından karşılandım -başka bir Latin. Çok sessizce, velinimetimin -Chanel takım elbiseli, yaşlıca hoş bir kadının- çay için bana katılmasını bekledim. Bir saat boyunca kendimin uysal, sessiz çeşitlemesiymişim gibi davrandım. Kimse bana bunu yapmamı söylememişti. Bu yabancı ortamda minnettarlığımı ifade etmenin doğru yolunun susmak olduğunu içgüdüsel olarak anladım.

Beşinci Cadde’nin aynı lüks bölümünün aynı zamanda Ulusal Porto Riko Günü Geçit Töreni’ne de ev sahipliği yaptığını fark ettiğimde o günü yeniden hatırladım. Amerika Birleşik Devletleri, İspanya-ABD Savaşı’ndan sonra adayı bir koloni olarak ele geçirdiğinden bu yana, Porto Rikolular New York’a geliyor ama esas büyük göç dalgası 1950’lerde ve 60’larda meydana geldi. Yüz binlerce Porto Rikolu, Aşağı Doğu Yakası’na, İspanyol Harlemi’ne, Bronx’un bazı bölümlerine, Bushwick’e ve büyüdüğüm Sunset Park’a taşındı. 1950’lerin sonlarında, topluluk liderleri, birçoğu daha önce hiç la matria’ya gitmemiş olan çocuklarına, kenarlardan çıkıp Manhattan’ın kalbinden geçerek kimlikleriyle gurur duyduklarını göstermek istedi. Yıllar geçtikçe, geçit büyüdü ve büyüdü.

Bu gürültülü bir olay ve biz gürültücü bir halk olduğumuzu söylemekten gurur duyuyorum. (J.Lo’nun en büyük hitlerinden birinin “Let’s Get Loud” [Gürültülü Olalım] olması rastlantı mı? Sanmıyorum.) Müziğimizi seviyoruz. Dans etmeyi seviyoruz. Porto Rikolu olmayı seviyoruz. Ve belki de bu yüzden geçit töreni böyle bir rahatsızlığa ilham veriyor. 90’larda Yukarı Doğu Yakalılar, geçit törenini Bronx’a, “mahallelerine” taşıması için kent izin bürosuna yalvardı. 2003 tarihli bir New York Times haberi, “yılda bir gün Yukarı Doğu Yakası derin bir nefes alır ve kendini hazırlar” diye yazıyordu. Ama dönemin belediye başkanı Michael Bloomberg, halka açık bir çağrı yaptıktan sonra, güzergâh üzerindeki perakendeciler ve mülk sahipleri, sanki bir kasırga kente iniyormuş gibi pencerelerine çıkmayı bıraktı. Bazı restoranlar ve kafeler gün boyu hala kapalı.

Haziran ayında, iki yıllık bir COVID arasından sonra, 65. Yıllık Ulusal Porto Riko Günü Geçit Töreni, Beşinci Cadde’de yapıldı. Sanat ve kültür elçisi olma onuruna eriştim; bu da üstü açık kırmızı bir arabanın arkasına binmem gerektiği anlamına geliyordu. Etkinlik büyük bir parti ya da daha doğrusu binlerce farklı partinin hepsi aynı şeyi kutluyor: dünyanın en büyük kentinde Porto Rikolu olmak. Her şamandıra, her araba, her delegasyon reggaeton, salsa, merengue, bolero ve Bad Bunny [dans müziği türleri] çalıyordu. Nereye gidersen git, her yerde Bad Bunny’yi duyardın. İnsanlar bomba, plena ve bachata dansı yapıyordu. “Porto Riko!” ve “¡No se vende!” [Satılık Değil!] sloganları atıldı. Bütün güzel insanlara el salladım ve yıllar önce eski velinimetimin yaşadığı apartmanın önünden geçerken olabildiğince yüksek bir sesle “¡Wepa!” diye bağırdım.

35 blok boyunca istediğimiz kadar gürültü çıkardık ve kimse bize bir şey söyleyemedi. Ve yolun sonuna geldik. Kalabalık azaldı; ablukalar sona erdi ve “sessiz olun lütfen” sözleriyle aydınlatılan dev bir trafik işaretiyle karşılaştık.

Bu makale Eylül 2022 baskısında “Let Brooklyn Be Loud” [“Brooklyn’in Gürültülü Olmasına İzin Verin”] başlığıyla yayınlanmıştır.

Olga Dies Dreaming [Olga Hayal Ederek Ölüyor] adlı romanın yazarı Xochitl Gonzalez, The Atlantic için Brooklyn, Everywhere bültenini yazıyor.

Kaynak metin: https://www.theatlantic.com/magazine/archive/2022/09/let-brooklyn-be-loud/670600

Reklam

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: