Judith Butler ile üç kolay adımda patriyarkayı yok etme kılavuzu – Jane Clare Jones

DİKKAT: TETİKLENEBİLİRSİNİZ. Çünkü çok öfkeliyim

Bildiğiniz üzere, genderolojinin hazretleri, yüce akademik vaaz kürsüsünden bir anlığına inip, ortaya çıkmasına belki de herkesten fazla yardımcı olduğu süregiden karşılıklı kırım rezaleti üzerine ‘düşüncelerini’ iletmeye karar vermiş. Ama, olağan entelektüel dürüstlüğünden bekleneceği üzere, söz konusu rezalete ilişkin iletmeye karar verdiği düşünceler, gerçekte olan bitenleri tamamen göz ardı etmiş ve bu sanki, ‘toplumsal cinsiyet ve cinsiyet akışkandır’ zamazingosunu şiar edinmiş kalabalık ile Papa arasındaki bir anlaşmazlıkmış gibi davranmayı tercih etmiş. Tamamen öngörülebilir olsa da, bu seviyede bir samimiyetsizlikle yok sayma ve silme, yine de afallatıcı. Judy’nin aslında gayet farkında olduğu üzere, bu, özünde, feminizm içi – kendisinin yarattığı – bir fay hattı üzerinde dönen bir anlaşmazlık: patriyarkanın (adlandırmak için – hala midemiz kaldırıyorsa – ‘toplumsal cinsiyet’ kavramını kullanabileceğimiz) kültürel mekanizmalar üzerinden işleyen cinsiyete dayalı bir eril tahakkümü sistemi olduğunu düşünen bizler ile, patriyarkanın, gerçek bedenlerle veya bedenlere el koyulması ve üzerlerinde tahakküm kurulmasıyla hiçbir ilgisi olmayan bir tür serbest gezenti kültürel sistem (veya öznelliğimizi şekillendiren rastgele üretimli bir dizi gösterge ve gösterme pratiği veya pratikte feminizmin tüm kurtuluş projesini spektaküler ölçüde sığ bir toplumsal cinsiyetle oynama fikrinin destansı aşkın gücüne bağlamaya yol açan bir düşünce… cidden, artık her ne halt olduğunu düşünüyorlarsa) olduğunu düşünenler arasındaki bir fay hattı.

Ben bir feministim, ve bir Prince hayranıyım. Toplumsal cinsiyetle oynanmasını en az her kadın kadar seviyorum. (Aslında Prince’in toplumsal cinsiyetle oynamasına sığ da denemez ama o apayrı hikâye). AMA, ki bu bir anlamda meselenin tam kalbine işaret ediyor, bu sığ toplumsal cinsiyet oyunlarının, eril tahakkümün temel izlekleri üzerinde etkisi var. Dün Twitter’da birinin bana söylediği gibi, ortalık şu an, kibirli, narsistik, hiçbir şeye bağımlı değilim, ben her şeye kadirim diyen, dişi-silen bir dallama gibi – yani her zamanki gibi – davranmasına rağmen, sırf sakallarını tırnaklarında ojeyle kombinleme cesareti gösterdi diye kendisini ‘patriyarkayı parçala’ sloganının kanlı canlı örneği sanan, toplumsal cinsiyet akışkanlığının mutlak ilerici gücüne fanatizm ölçüsünde kafayı takmış eril insanlarla dolu. Toplumsal cinsiyet salt altın renkli el çantalarına ve dantele düşkünlükten ibaret bir şey değilse ve eril tahakkümü alttan destekleyen manevi, maddi, ontolojik ve ekonomik yapılarla gerçekten bir alakası varsa, eğer bu konuda cidden bir şey yapmak istiyorsan, eril tahakkümün bir analizine yine de ihtiyacın var. Ve Dworkin ile MacKinnon’ın pornoyu yasaklaması seni travmatize ettiyse üzgünüm Judy ama eril tahakküm analizine sahip olmak aslında beni, bilirsin, Papa yapmıyor.

Dün bütün günü Benjamin’in YouTube kanalında (kadınlar – bunu sakince, gülümseyerek yapsalar bile – eril şiddete işaret ettikleri ve bunun durmasını gerçekten istediklerini söyledikleri zaman bir kadın düşmanının höykürebileceği her şeyi höyküren) kadın düşmanlarının yorumlarını titizlikle göz ardı ederek geçirdim. Biri yorumların istatistiki bir analizini yapmak isterse şu oranlar gerçekten ilgimi çekiyor: a) NAMLAT b) ‘Hiçbir ikna edici argümanın yok’ c) ‘Bizi hadım etmekten vazgeçin’ d) ‘Kimse seni sikmez’ e) ‘Kendisi istiyordu’ f) ‘Avcı toplayıcılık döneminde mamutları biz avlıyorduk, naber’). Bu arada Nazi Avcısı Emily, fonda kesişimselci-liberal-feministlerin coşkuyla ‘Yarrak Enerjisi’ diye tempo tutması eşliğinde yarı otomatik bir makineli tüfekle poz veriyor ve ‘Tanrı’nın İntikamcı Meleğinin TERF Kıyameti’ için planını madde madde ilan ediyordu. (Hakkettiği şekilde itin götüne sokup çıkardığınız için hepinize teşekkürler.) Ve kulaklarımda hala jilet reklamının hadım ettiği erkeklerin sesi varken, nereye baksam, parıl parıl profil fotolu Gamergate’çilerin Suzie Green’in toplumsal cinsiyet uyumsuz çocukları hiçbir gözetim olmaksızın medikalize etme yolundaki yüce ilerici davasına destek olmak adına Graham’a ‘SİKTİR GİT BOK YE’ diye bağırdığı o lanet Twitch silsilesinden, o kendini beğenmiş Donkey Kong mem’i, sik sallayan zehir gibi ortalığa saçılıyordu.

Bu hafta Brighton Üniversitesi’nde bir konferans var, bir sürü ‘eleştirel düşünür’ oturup eleştirel eleştirel düşünecekler. Judith Butler yıldız dönüşü yapıyor. Nazik akademisyen ifademi takınıp bir arkadaşımla gidecek ve ‘feminizm’in artık onlardan eril tahakküme bırakınız karşı çıkmayı, onu tanımalarını dahi istemediği gerçeğinden başı dönmüş birçoğu eril bir oda dolusu insan tarafından alkışlanırken kendisini dinleyecektim. Bunu yapamam ve yapmayacağım. Şu anda düşüncesi bile beni öfkeyle dolduruyor. Dolayısıyla onun yerine burada oturup, öfkemi, Judith Butler’ın patriyarkayı – ve patriyarka eleştirisini – feminizmden nasıl ve neden yok ettiğini (kısmen) açıklamaya kanalize etmeye çalışacağım.

Birinci Adım: Cinsiyetin [Sex]Silinmesi

Butler’da bir gram dürüstlük olsaydı, trans ideolojisine karşı mevcut direnişin sona ermek zorunda olduğunu (normatif zorlamadan ne kadar tiksindiğini hepimiz biliyoruz Judy) beyan ederken, en azından bu anlaşmazlığın kökeninin, trans aktivizmin cinsiyetin [sex] siyasal, toplumsal ve yasal olarak silinmesini ideolojik olarak dayatma çabası olduğunu görecek entelektüel sorumluluğu da gösterirdi. Trans ideolojisi, bazıları doğrudan Butler’dan kaynaklanan ve çoğunu da yeri geldiğinde üstü kapalı kabul etmiş olduğu her türden argümanı, eril ve dişi insanları ortadan kaybetme vazifesine hasretmiş durumda.

  1. İnterseks insanların araçsallaştırılması (bu Cinsiyet Belası’nda geçiyor ve NS makalesinde bir kez daha ortaya atılıyor)
  2. Cinsiyet/toplumsal cinsiyet [sex/gender] ayrımının inkârı (yine Cinsiyet Belası’nda ve Bodies That Matter’da geçiyor ve şurada ele almıştım)…Ki sonra şuna varıyor…
  3. Tüm konseptler insan inşası olduklarından (yapma yauv!) tanımladıkları her şeyin de benzer şekilde inşa edilmiş olduğu fikri. NS makalesini çürütürken gördüğümüz üzere, Butler cinsiyetin [sex] belirlenmesinin tarihsel veya kültürel olduğu gibi bir iddiada bulunmaya ve oradan hop diye cinsiyet ile toplumsal cinsiyeti sanki tam olarak aynı türden kültürel fenomenlermiş gibi birlikte götürmeye bayılıyor, ki babayı aynılar. ‘Dağlar’ ile ‘adalet’ aynı türden değildir ve bunu söylemenin ‘eril insanlara kadınsı davranmamaları gerektiğini söylemek’ ile uzaktan yakından alakası yok. Üzgünüm.
  4. ‘Toplumsal cinsiyet ikiliğini sömürgecilik icat etmiştir.’ Babayı sömürgecilik inşa etti! Bu konuda şurada ve şurada yazmıştım.
  5. ‘Kesişimsellik, kadın olmaya dair tek bir deneyimin olmadığı anlamına gelir çünkü farklı insanların kadın olma deneyimi, farklı ezilmişlik eksenlerinden farklı etkilenir ve feminizm eskiden Siyah kadınları dışlıyordu ve bu kötü bir şeydi ve şimdi eril insanları da kapsamalı çünkü bu Siyah kadınları kapsamakla aynı şey.’ Bunun neresinden başlasam?
  6. ‘Kadınlar ancak sihirli bir kadınlık özü varsa var olabilirler ve kadınların hepsi birbirinden farklıdır, dolayısıyla kadınlığın sihirli bir özü yoktur ve feminizm daima özcülüğe karşı olmuştur, bu yüzden kadınların var olmadığını düşünmek feministliktir, ama bu arada trans kadınların kadın olduğuna da inanmalısınız çünkü onlar kadınlığın sihirli özüne sahipler ki o sihirli özdür sizi bir kadın yapan.’ Yarabbim hakkaten mi? Git biraz Heidegger oku. Varoluş özden önce gelir. Hiçbir şey özler yüzünden var olmaz ve herkesin bir özü yok diye ortadan kaldırmak istediği tek şey ne hikmetse kadın!

Batı düşüncesini cinsel fark perspektifinden okumanın, dişi insanların gerçekten var olan insanlar olarak temsili açıdan aslında hiç var olmadığı bir kültürde yaşadığımızı nasıl ortaya koyduğu üzerine başka yerde yazmıştım ve umuyorum ki daha ayrıntılı şekilde bir daha yazacağım. Tüm kültür sistemi bir aynalı salondur. Kadınların rolünün yansıtmak, tanınma sağlamak ve duygusal, cinsel ve üreyimsel kaynak olarak hizmet etmek olduğu, sonsuz bir kadınlar üzerine eril yansıtmalar serisidir. Irigaray’ın bu iddiasını, hep patriyarkal eril narsisizmin yapısının bir metaforu olarak okumuşumdur. Şimdi tüm dünyayı, dişi insanları silmenin gerçek özgürlük yolu olduğuna ikna etmenin ne kadar kolay olduğunu ve birçok insanın – söylediklerimizde haklı bir yan olabilir mi acaba diye düşünmek bir yana – kendi bağırıp çağırdıkları şeyin ne olduğunu dahi bilmediklerini gördükten sonra, ‘metafor’ az bile kalıyor. Bunun anlamı, toplumsal cinsiyetin, hiyerarşik bir eril iktidar sistemi olarak, daima, tam insan kişiliğinin tüm niteliklerine sahip ve dişi olan bir insanlar sınıfı olduğunu tanımayı reddetmeye dayanmış olması. Demek ki: “Feminizm kadınların insan olduğu radikal fikridir.” BUNU BAŞARMIŞ OLMANIN YAKININDA BİLE DEĞİLİZ HALEN.

Her neyse, dost bildiğimiz tüm eril tahakküm inkarcıları, bu son derece yararlı ifşa için teşekkürler. Dişi insanların var olduğunu, ve eril insanların var olduğunu kabul etmiyorsanız, o zaman, mecburen, eril insanların olağan/esas insanlar olduğu ve dişi insanların, kültürel yansıtmalar yoluyla tanımlandığı, iç edildiği ve silindiği bir kültürel iktidar yapısının – ve eril insanlardan dişi insanlara doğru, o yansıtmaların yönlendirdiği ve yetkilendirdiği tahakküm eylemlerinin – olduğunu da kabul edemezsiniz. Eril ve dişi insanların var olduğunu kabul edemiyorsanız, o zaman toplumsal cinsiyet dediğimiz şeyle ilgili uçuşup duran tüm bu kültürel mecazların, eril insanların gereksinimlerinin önceliklendirildiği, kadınların ise insanlıkları gerçekten hiç edilir bir şekilde kaynak olarak konumlandırıldığı, eril ve dişi insanlar arasındaki bir iktidar ilişkisi ile herhangi bağlantısı olduğunu da kabul edemezsiniz. Yani, eril ve dişi insanlar olduğunu kabul etmiyorsanız, eril tahakküm de olamaz, dişi ezilmişliği de olamaz, kısacası, patriyarka diye bir şey var olamaz. Ve patriyarkaya dişi direniş de olamaz. Muazzam iş Judith. Gel seni feminizmin kralı yapalım. Omuzlarda taşıyalım.

İkinci Adım: İktidar ÖyleceOrtalıkta Dolanıyor

Eril ve dişi insanlar yokmuş gibi davranarak patriyarka denen şeyi baş aşağı çevirmek yetmezmiş gibi, Butler şapkasından bir başka tavşan daha çıkarıyor. Bunun adı ise, şurada daha ayrıntılı ele aldığım Foucault’cu iktidar anlatısı. Feminist patriyarka analizinin temeli, benim Fransız feminizmi çerçevem dahilinde, iktidarın bir hiyerarşi olarak, eşzamanlı bir narsistik ‘tanımayı reddetme ve el koyma/iç etme tavrı’ üzerinden işlediğidir (çünkü zaten var olmayan bir şeyi iç etmekle suçlanamazsın, değil mi???). Ancak, Foucault için ve onu takiben de Butler için, iktidar bir hiyerarşi değildir, birinin özel çıkarına çalışmaz ve altta yatan herhangi bir izleğe veya istikrarlı bir yapıya sahip değildir. Bundan ziyade, iktidar topluma yayılmış bir şeydir ve kısa bir süre sonra göreceğimiz üzere, öznelliği şekillendirmek ve yapılandırmak için çalışan bir şeydir. Foucault’nun kendisi, çok bilinen üç ciltlik Cinselliğin Tarihi’ni, eril arzunun (veya hak sahipliğinin) erkeklerin diğer insanların bedenleriyle ilişkisini etkileyişinde istikrarlı bir izlek olabilir mi acaba diye bir kez olsun düşünmeksizin yazmıştır. Butler (epeyce inkâr etse de) bu meseleye asla değinmemiştir.

Üçüncü Adım: Tasvir SalıkVermedir

İlk iki adım hem cinsiyetler arasında belirli bir ilişki olmasının maddi temelini ortadan kaldırır hem de herhangi bir istikrarlı iktidar yapısı olabileceğini inkâr eder. Patriyarka puf diye ortadan kaybolur. Bu can sıkıcı kalabalıktan kurtulduktan sonra, üçüncü adım, ki onun da kaynağı Foucault’dur – ve Foucault’cu ve kuir feministler tarafından sonsuzca tekrarlanır – ikinci dalga feminist analizin tam kalbine nişan alır: toplumsal normların özneler üretecek şekilde işlediği yarı makul iddiasından başlar ve ordan hop diye toplumsal fenomenlerin tasvirinin normatif hale geldiği ve dolayısıyla aslında tarif ettikleri şeyleri üretecek şekilde işledikleri iddiasına gelir. ‘İnsanlar için zararlı şeyler’e dair bir açıklamanın (özellikle de ‘tahakküm insanlara zararlıdır’ kadar münasebetsiz bir şey söyleyen bir açıklamanın) hiçbir temeli olmadığı inancıyla birleştiğinde, elinizde kalan tek şey, ‘normlar KÖTÜ’ haricinde hiçbir ahlaki ölçüte sahip olmayan sözde bir eleştiri sistemi oluyor. (Oh, selam sana akademinin zirvelerinden bize bakan Kuir Teori, ne kadar da normatif değilsin…)

O zaman bunun bizi götürdüğü yer, Butler’cı tecavüz çözümlemeleri bakımından belgelediğim üzere, tahakküm eleştirilerinin, zararları eleştirmekten ziyade aslında üreten alanlar olarak görülür hale gelmesi. Böylece feminizme komik bir şey oluyor ve zamanını, eril iktidarı ve onun kadınlara verdiği zararı eleştirmeye harcamak yerine, onlara zarar veren yapıları tarif ederek kadınlara zarar verdiği için feminizmi eleştirmeye harcıyor. (Off, çok muazzam yauv, ve Noah Berlatsky gibi porno yanlısı pro-feministlerin önlenemez yükselişi ile bunun eminim hiç ilgisi yoktur.) Butler’cı tecavüz çözümlemeleri, tecavüz soruşturmalarının çok korkunç olduğunu çünkü ‘toplumsal cinsiyet ikiliğini pekiştirdiklerini,’ tecavüz konusunda bilinç yükseltmenin korkunç olduğunu çünkü kurbanlar ‘yarattığını’ ve toplu tecavüz eylemlerini anlatmanın korkunç olduğunu çünkü bunun ‘kadınların failliğine zarar verdiğini’ anlatıyor. Eril şiddeti silme tezgahlarının en büyüğü olan ‘erkeklerin fahişelere karşı hiçbir içsel tehlike arz etmediği, fuhşun bir eril cinsel hak sahipliği ve ekonomik iktidarı matrisi içine hiçbir şekilde yerleştirilemeyeceği ve seks işçiliği aktivizminin tüm çabasının tamamen (sözüm ona fahişeliği zararlı yapan yegâne şey olan) ‘orospufobi’yi yaratan feministlerin ifşasına odaklanması gerektiği’ fikrine de işte böyle geliyoruz.

Bu, tüm üçüncü dalga feminizmi gibi, öylesine eril-pezevenkliği zırvası ki. Henüz esasına inmediğim sebeplerle, günümüzün kesişimsel ilmihalinin herhangi bir şekilde nasıl tutarlı olabileceğini anlamaya çalışarak epey zaman harcadım, ta ki onu bir arada tutan tek şeyin, hepsinin erkeklere yaraması olduğunu fark edene dek. Direk dansı. Porno. Fuhuş. Hapse atmacı feminizm*. Trans aktivizm. Bireysel güçlenmeyi sınıf analizinin üzerine koyma. Dişi insanların varlığını inkâr etme. Dolayısıyla, öfkemi boşaltmanın sonuna doğru gelirken didiklemek istediğim şey şu: Allah aşkına neler oluyor? Kadınlar, kurtuluş kılığına girmiş bu kendi-kendini imhacı-eril-pohpohlayıcı zırvalığı yutmaya neden bu kadar hevesli ve tüm bunların Judith Butler ile ne alakası var?

Trans aktivizmin bize hatırlatmaya bayıldığı üzere, bu, bir ölçüde, ‘kuşak’ meselesi – gençler ‘mevzuyu anlıyor,’ bizim gibi kocakarılar ise, ait olduğumuz yerde, yani tarihin yanlış tarafında tükenişimizi bekleyeceğiz. (Irigaray her zamanki gibi haklıydı… dişi soybilim şart.) Benim gibi eski bir feministe böyle bir şey söylerseniz yanıtım şu olacaktır: ‘henüz patriyarkanın uçurumundan düşmedin, düştüğünde seni tutmak için burada olacağız.’ Bunu anlıyoruz. Düşmek dehşet verici, ve diğer kadınlar bizi yakalamak için orada olmasaydı, belki de hiçbirimiz bunu atlatamayacaktık. Ama bazı kadınlar için derinlik korkusu görünen o ki yüzleşemeyecekleri kadar büyük. Düştükten sonra, batmadan yüzmeyi öğrendiğinizi asla fark edemiyorlar.

Lezbiyen fallus. Son paragraf: “Judy bir numaralı dominant ve tek yapabileceğimiz memnuniyetle boyun eğmek…”

Dün gece Sally Hines Butler’la ilgili Twitter silsileme damlayıp Judith Butler’a neden ‘Judy’ dediğimi imalı imalı sordu (ironi diye bişey var, bildin mi?). Cevap olarak şunu bulup çıkardım… 1993 tarihli Judy! fanzini, sub-dom** erotikleştirme ile dolu ve Butler’ın lisans mezunu öğrencileri ağlatma becerisini detaylandıran, ‘Lezbiyen Fallus’ üzerine harika bir kısım var (“Judy bir numaralı dominant… Fallus kılığına girmiş Fallus”). Butler’ın lezbiyen feminizmini ne kadar yabancılaştırıcı bulduğuna dair – kadın müziğiyle dans etme falan, ÖĞH İĞRENÇ – bir alıntıyı 1992 tarihli bir ArtForum mülakatına kadar takip ettim. Burada, itaatin gerekliliğini (Freud! Lacan! Baba Kanunu öyle diyor!) meşrulaştıran olağan laf kalabalığı ve kendisini “nahif” “kurtuluşçu düşünce biçimleri”nden (sanırım onlar biz oluyoruz!) ayrıştırma çabası çıkıyor karşımıza. Eril tahakkümün analizinin maddi dayanaklarını böylesine azimle ortadan kaldırmış birinin, psikanaliz (ve kendi düşüncelerinin Hegel’deki felsefi kökleri) üzerinden, tahakkümün ruhsal gerekliliğinde de illa ısrar edecek olması, öngörülebilir olsa da acı verici bir ironi. (Karşı toplumsal cinsiyetle özdeşleşmenin önemi üzerine epeyce şey var o mülakatta, hepsi de ‘Sorun yok hanımlar! Artık herkesin fallusu olabilir (veya herkes fallusundan kurtulabilir)!’)

“Kendimi yabancılaşmış hissettim çünkü kadın müziği ile dans ediyorlardı ve buna gerçekten dayanamadım.” Judy
YABANCILAŞMAYIN, JUDY’Yİ OKUYUN

Söylediğimiz şey, benim daima söyleyeceğim şey, bu tür bir fallik-özdeşleşmesinin, aksi durumun olabilirliğinin bu şekilde göz ardı edilmesinin, bu – artık cinsiyetsiz! – iktidar ve itaat ve tahakküm ve boyun eğme mekanizmalarının dışında başka bir şey olabileceğini tahayyül etmeyi bu reddedişin, özünde, Stockholm Sendromu olduğu. Düşüş dehşetlidir. Taciz deneyimlemiş herkes veya taciz deneyimlemiş insanlarla çalışmış herkes bunu bilir. Akıl seğirmesi olur. Dosdoğru bakıp ne olduğunu görmek yerine silmek, gizlemek, şeyleştirmek, bahane bulmak, normalleştirmek ve örtbas etmek daha kolaydır. Butler’ın eserlerinde bu seğirmenin izleri var. Özellikle eril şiddet ve her şeyden çok da tecavüz konusunda kendini gösteriyor bu. (Bunu hiçbir zaman doğrudan kabul etmiyor, eserlerinin hiçbiri bu konuyu ele almıyor, entelektüel akıl hocası – Foucault – bu konuda bir apolojist, kendisinin bu konuya dair en ciddi katkısı kadınların ‘tecavüz anlatısını değiştirmesi’ gerektiğini söyleyen bir makaleyi düzeltmek (çünkü kendinizi tecavüz edilebilir gibi düşünmeyi bırakırsanız, kesinlikle tecavüz edilemezsiniz!)).

LK: MacKinnon Sunday Times Magazine‘in kapağına bile çıktı.
JB: Ve ABC’de haftanın kişisi seçildi. Beni çok korkutuyor bu, çünkü feminizmi, kadınların erkekler tarafından sistematik bir tahakküm altında tutulduğunu iddia eder pozisyonuna sokuyor, her iki kategoriyi de çok sabit iktidar yerlerine ayrıştırıyor, kadınları daima görece iktidarsızlık pozisyonlarında, ancak devlete başvurma yoluyla iktidar iddia edebilen kurbanlar olarak görüyor – bu çok korkunç bir manzara. Anayasanın birinci maddesine yapılan bu saldırı [feministlerin porno karşıtı yasa çıkarmaya çalışması, ÇN], sağda sansürcülüğün yükselişinden, “sapkınlık” yasalarından endişe eden herkes açısından korkunç; bu bana son derece gerici bir pozisyon gibi geliyor. Ve bu tür sansür yanlısı bir feminizm, örtülü biçimde, cinselliğin ve öznelliğin çok anti-psikoanalitik bir anlayışına dayanıyor.

ArtForum mülakatında, “kadınların erkekler tarafından sistematik bir tahakküm altında tutulduğunu iddia eden bir pozisyon” şeklinde bir “feminizm”in “onu çok korkuttuğunu” direkt kabul ediyor. Bunun ne demek olduğunu iyice anlayalım. Ardından, patriyarkayı eril tahakkümü olarak tanımaktan tamamen uzak durarak, ‘sabit toplumsal cinsiyet pozisyonları’na, bunun “kadınların ruhlarının ihlal mahallinden başka bir şey olmaması” anlamına geldiği için karşı olduğunu söylüyor. (Yani, pisliğin üzerini örtsek daha iyi, öyle mi?) Irigaray’ın metinleri ile “muhtemelen o kadar yakından iştigal edemeyecek kadar korktuğunu” çünkü, bu metinlerin ona “belirli bir heteroseksüel travma”nın ürünü gibi geldiğini söylediği bir başka mülakatı da hatırlatıldı. (Bana ise narsistik eril tahakküm yapısının engin kavrayışına sahip ve kadınların silinmesi artık burasına kadar gelmiş bir kadının ürünü gibi geliyor, ama naparsın!) Yani karşımızda, feminizmin geleceği olarak yüceltilmiş – ve ikinci dalga bir metne asla o kadar açık olmamış bir grup erkek tarafından bağra basılmış – olan kadının, tecavüzü düşünmekten bile korkan ve korkmayan kadınlara karşı da derin bir içgüdüsel tiksinti duyan bir kadın olduğu gerçeği var.

Bunların mevcut karmaşa ile ne kadar alakalı olduğu açık olmalı. Bu tartışmadaki o kadar çok şey – hem spesifik kaygılar seviyesinde hem de daha önemlisi, merkezindeki ruhsal yapıda – sınırlar ve ihlal ile ilgili ki. Erkeklere derdimizi anlatmanın bu kadar zor olmasının sebeplerinden biri – ve hepsinin bu sınır-bozmacı trene atlamak için coşkuyla sıraya girmesinin sebeplerinden biri – özüne indiğimizde meselenin tecavüzle ilgili olması ve birçok erkek ne tecavüz üzerine ne de narsisizmlerinin ve insanlığımızı inkâr etmelerinin bunun mekanizmalarındaki payı üzerine düşünmek istiyor. Bu, trans kadınların kadınlara karşı diğer herhangi bir eril gruptan daha çok ya da daha az tehdit arz etmesi ile ilgili değil. Basitçe, eril olmaları ile ilgili, eril insanların kadınlara karşı bir tehdit arz etmesi ile ilgili ve eril insanların kadınlara karşı tehdit arz etmesi bizim histerimiz değil. (Sırf daha adını koyamadığımız için histeri idi, [feminizmle adını koyduk ve] şimdi, bu sefer [yine] feminizm bayrağı altında, bir kez daha adını koymamamız öğütleniyor.) Ama tüm bunlardan daha fazlası, alanlardan ve kimin girip kimin girmeyeceğinden bile fazlası, kadınların sınırlarıyla ‘eşik bekçiliği’ diye alay edildiği gerçeğinden daha fazlası, kendimizi adlandırma hakkımızla belirlenen sınırın önemi ve erkek yansıtmalarının pasif döküm alanı şeklindeki tarihsel rolümüzü yerine getirmeyi reddedişimiz.

Solun şu anki ‘kapsayıcılık,’ ‘açıklık,’ ‘sınırları parçalama’ ve ‘yersizyurtsuzlaştırma’ takıntısının, ancak ve sadece ruhsal tahakküm yapısının bir eleştirisi olarak anlam ifade ettiği üzerine (gidin bunu Donald Trump’a söyleyin ve bizi rahat bırakın gibi) bir şey yazma niyetindeydim ve yazacağım. Çünkü bu, ihlal edilenlerin, onları – elle veya sözlü sarkıntılığa maruz bırakıldıklarında veya kendilerini et parçası gibi hissettirildiklerinde – konumlarının orası olduğunu anlamaya yönlendiren bir toplumda yetişmiş olanların sınırlarına karşı kullanıldığında, bütünüyle, gereksizce, uygunsuz. Bu gerçeği düşünmeye bile katlanamayan, onu çerçeveleyen iktidarı inkâr etmeyi tercih eden, bu gerçeğin yüzeysel senaryolarla oyunlar oynayarak baştan aşağı yeniden yazılabileceğini düşünmeyi tercih eden bir kadının, kendisi sebep olduğu bir karmaşa üzerine yazarken, meselenin ne olduğundan gözlerini bu kadar kararlılıkla kaçırmasına şaşmamalı. Kadınların ruhları ‘ihlal mahalli’ olmaktan çok ama çok daha fazlası ama bunun gerçekliğini reddeden, ‘sınırları parçalama’nın, bir sınıf olarak kadınlara karşı kullanıldığında, eril iktidarının mutlak aksiyomu olduğunu tanımaktan imtina eden bir feminizm, olamaz.

Çevirenin notları:

(*) “Carceral feminism:” Sorunları polis ve hapishane sistemine havale etme, temeldeki sosyo-ekonomik nedenleri gözden kaçırma. Özellikle ABD’de Siyah feministlerin bu eğilime eleştirisi üzerine Federici şöyle diyor:

Feminist örgütlenmede kilit bir dönüm noktası, 1976 Mart’ında Brüksel’de toplanan Kadınlara Yönelik Suçlar Uluslararası Mahkemesi oldu. Feministlerin organize ettiği bu mahkemede her türden şiddet biçimi konuşuldu; yalnızca bireysel veya ev içi şiddet değil, savaşla ve kurumsal politikalarla bağlantılı şiddet de. Ancak ABD’de hareketin sınırlarından biri, tacizcilere daha ağır cezalar verilmesi talebine odaklanması ve çoğu zaman polisle işbirliğine gitmesiydi. Bu bir hataydı. Siyah kadın örgütlerinin ortaya koyduğu üzere, daha ağır cezalar halihazırda kurbanlaştırılmış topluluklardaki erkeklerin kriminalize edilmesiyle sonuçlanıyordu. Daha çok siyah feministlerce desteklenen bugünkü çağrı ise, onarıcı adalet ve topluluk sorumluluğuna yönelik.

Bu kısma JCJ’un blogunda “acaba anti-hapis feminizmi mi dediniz” sorusu gelmiş. Çünkü aslında bağlam içi kastettiği o JCJ’un. Biz de Federici’nin yukarıdaki notunu girdik, Jane’in yanıtı şu oldu:

Bu önemli bir nokta. Ancak buna cevaben, hapis feminizmi eleştirisinin, bir dizi spesifik tarihsel faktöre sahip olan – aşırı yüksek hapsetme oranları, beyaz erkeklerin Siyah erkekleri hapse atmaktan çoğu zaman çok mutlu olması ve beyaz erkekleri aynı suç için hapse atmaktan çok daha az mutlu olması gerçeği ile de şiddetlenen, bu oranlardaki ırksal adaletsizlik, tecavüz karşıtı feminist kuruluşlara verilen fonların, kadınları tecavüzü bildirmeye yönlendirmeye istekliliklerine bağlı olması gerçeği – ABD bağlamında geliştirildiğine işaret etmek isterim. ABD’de Siyah erkekler açısından spesifik bir sorun olduğunu düşündüklerini söyleyen Siyah kadınları memnuniyetle destekliyorum. Sıkıntı yaptığım şey ise, küresel ölçekte tecavüzün ceza almasının artmasına yönelik tüm çabaların ve bununla bağlantılı olarak da, aslında, tecavüzün tüm bir ikinci dalga feminist analizinin altını oymak için, bu eleştirinin tarihsel bağlamından çıkarılarak evrenselleştirilmesi. Aslında olan, üçüncü dalga [feminist] düşüncenin birçok kolunun, [feminizm içi] her eleştiriyi alıp eril tahakkümü silme veya destekleme çabasına alet etmek için kullanması. ABD’de Siyah erkekleri hedef alan hapsetme ve şiddet açısından durum kesinlikle kabul edilemez ve feminizm, Siyah feminist kadınların bu örnekte bu nedenle çatışmalı bir pozisyona sahip olduğu gerçeğini daima dikkate almalı. Öte yandan şunu da belirtmeliyim: ABD’de üçüncü dalga [feminist] örgütlenmelerde yer alan Siyah kadınlarla konuştum ve trans ideolojisi nedeniyle artık örgütlenmelerinde aşırı şekilde yer alan eril insanların, dikkatleri kendi cinsel davranışlarından kaçırmak için bu eleştiriyi nasıl kullandığının son derece farkındalar. Gerçek şu ki küresel olarak tecavüz neredeyse cezasız bir suç. Bu da SON DERECE kabul edilemez. Ve bunun da sorgulanmadan kabul edilmesine izin vermiyorum.

Black Power içindeki dinamikler Siyah feminist kadınların deneyiminin tamamını temsil etmiyordur ama şöyle de bir açı var:

Black Power’ın çük-merkezliliği. Siyah feministler deneyimlerini anlatıyor.

(**) BDSM’de edilgen-dominant

Kaynak

Çeviri: Serap Güneş

Yorum bırakın

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Yukarı ↑