Ekolojik bir Reelpolitik için – Pierre Charbonnier

https://images.e-flux-systems.com/GND_Park_Posters_MASTER_12x18_1.jpg,1440
Alexandria Ocasio Cortez’in 2020 kampanyası için geliştirilen Yeşil Yeni Düzen posteri. Sanatçı: Gavin Snider; Kreatif Direktör: Scott Starrett; Detaycı: Dayi Tofu, Maria Arenas; Yazılar: Jamie Wilson. Telif hakkı: Tandem, NYC

22 Eylül 2020’de, Çin Halk Cumhuriyeti’nin başkanı Xi Jinping en geç 2060’a kadar sıfır karbon hedefine ulaşmayı amaçlayan, sera gazı salımlarını azaltma planını açıkladı. Anlaşılan o ki dünyanın en büyük CO2 üreticisi ve önde gelen endüstriyel gücü olan, zaman zaman “dünyanın bacası” olarak da anılan Çin, benzeri görülmemiş bir kalkınma yoluna giriyor.

Tarihçi Adam Tooze bu gelişmeden birkaç gün sonra yayımlanan yazısında, uluslararası düzende önemli bir dönüm noktası olarak gördüğü duyurunun jeopolitik sonuçlarını özetledi.1 Çin’in stratejik, çevresel ve ekonomik ağırlığı göz önüne alındığında Xi’nin açıklaması –nasıl hayata geçirileceğinden bağımsız olarak– Arşimet’in kaldıracı işlevi görebilir ve güncel ticari ve endüstriyel politikaların derinlemesine yeniden düzenlenmesine sebep olabilir. Ancak bu duyuru aynı zamanda otoriter bir ekolojinin gündemleşmekte olduğu anlamına da geliyor dolayısıyla, demokratik alternatiflere bir şans vermek için Avrupa’nın çevreci stratejilerini yeniden konumlandırmak aciliyet kazanıyor.

Avrupa’da ve özellikle Fransa’da bu haber, son derece ihtiyatla hatta neredeyse sessizlikle karşılandı. Avrupa’nın Çin’in bu taahhüdünün sonuçlarını kavrayamamasının nedenlerini ve bu yetersizliğin Avrupa ülkelerinde hakim çevre anlayışı hakkında ne söylediğini açıklamaya çalışmak istiyorum.

Vurgulanması kesinlikle çok önemli olan ve Tooze’un yalnızca örtük olarak işaret ettiği ilk nokta, ortaya bir fosil yakıttan arınma programı atarak siyasi güç gösterisi yapmanın içerdiği muazzam tarihsel paradokstur.

Sanayi toplumlarının ortaya çıkışından bu yana ve bilhassa 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kaynakları, özellikle de enerji kaynaklarını harekete geçirme kapasitesi, küresel siyaset üzerindeki etkiyle neredeyse mükemmel bir şekilde örtüşmüştür. Kömür ve petrol, yalnızca yüksek düzeyde tüketimi tetikleyen ve sınıf çatışmasının göreceli olarak yatıştırılmasını sağlayan bir üretim kapasitesinin temel motorları olmakla kalmaz; aynı zamanda, düşük maliyetli, istikrarlı kaynakları güvence altına almak için tasarlanmış sınır ötesi güç projeksiyonlarının da parçasıdır. 2. Dünya Savaşı’ndan çıkan siyasi düzen, faşizm döneminden sonra (samimi bir barışın yokluğunda) istikrar arayışına takıntılıydı. Üretici güçlerin gelişimi, hem sanayi toplumlarındaki iç gerilimleri hafifletmeye hem de bu ülkelerle sömürgelerin bağımsızlaşmasından doğan yeni oyuncular arasındaki statükoyu korumaya hizmet eden, benzersiz güce sahip bir araç olarak görüldü.

Bir ekolojik devrim yolunu takip etme konusundaki isteksizliği bu tarihsel dinamiklerle açıklayabiliriz. Ekoloji bilimi bize iklimsel zorunlulukların ayrıntılı kanıtlarını sağlamış olsa da kalkınma paradigmasının ataleti ve bunun hem uluslararası ilişkiler hem de sınıf ilişkileri üzerindeki sızma etkisi, yeşil dönüşümü felç etti. Bu büyüme motoru olmadan, sanayi toplumlarının “sosyal modeli” nasıl korunabilir ve dünyanın diğer tarafında kalkınmanın talepleri nasıl karşılanabilirdi?

Çin devlet başkanının açıklaması bu mantığı bozuyor ve tarihsel önemini de buradan kaynaklanıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin demokratik bir krize, Avrupa’nın ise bekle-gör tavrına saplanmasıyla birlikte Çin, fosil yakıtlara bel bağlamadan güç politikasını sürdürmenin artık mümkün ve gerçekten gerekli olduğuna işaret ederek liderliği ele geçirdi ve bir gedik açtı. Çin’in karbondan arındırılmış bir üretim altyapısını finanse etme planının hiçbir şekilde ülkenin jeostratejik etki ve kalkınma hayalini terk ettiği anlamına gelmediğini söylemeye gerek yok, ancak bu durum, artık gücünü – hem ekonominin lokomotifini hem de bunun stratejik temelini– diğer maddi imkânlara dayandırma niyetinde olduğunu gösteriyor.

Çin bunu yaparken bir taşla iki kuş vuruyor. Hem küresel ısınmanın sınırlar koyduğu bir geleceğe hazırlık yaparak bilimin gereğini yerine getiriyor hem de Paris Antlaşması’nda açıklanan hedeflerle uyumlu, sorumluluk sahibi bir aktör gibi davranarak içeride ve dışarıda meşruiyetini pekiştiriyor. Savaş ekonomisi tarihçisi olan Tooze, Xi’nin duyurusunun aynı anda hem gerçekçi hem de ahlaki niteliğini mükemmel bir şekilde açıklığa kavuşturuyor. Güç elde etmeye yönelik ve sadece kendine hayrı olan niyetleri, küresel kamu yararını hedefleyen daha saf niyetlerle karşı karşıya getiren bir tartışmayla daha fazla yetinemeyiz. Çin’in duyurusunda her iki boyut da mevcut ve önümüzdeki yıllarda bunları daima birlikte düşünmeye hazırlıklı olmalıyız.

Ama bu aynı zamanda siyaset felsefesi açısından da önem kazanıyor ve şüphesiz Avrupa’da gözden kaçırdığımız şey de buydu. İnsanların siyasi alandaki çıkarlarının daima maddi imkânlara bağlı olduğu (bunun bir şekilde böyle algılandığı) doğru ise -ki Abondance et liberté’de, yani Bolluk ve Özgürlük’te de iddia ettiğim buydu-, o vakit, bu jeo-ekolojik toplaşmalarda köklü bir değişimden geçiyor olduğumuzu kabul etmek zorundayız. Ekolojik kayma ve enerji kayması bağlamında meşru bir politik iktidarın sürdürülmesi (yani kapitalizmin demokratikleşmesi) sorusu üzerinde uzun zamandır kafa yoruyor olsak da artık bu tür kaymaların iktidarın yeniden meşrulaştırılması ve iktidar konsolidasyonu süreçlerini besleyeceği fikrini kabul etmeliyiz. Modern siyasetin maddeselliğindeki bu son derece önemli altüst oluş, gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Karbon sonrası politikanın şekillenmesi, ortak çıkarlar dünyasına barışçıl bir geçiş değil, daha çok yeni altyapılar ve siyasi iktidar ile dünyanın seferberliği arasındaki yeni toplaşmalar etrafında örgütlenmiş bir rekabet tiyatrosudur.

İkinci vurgu noktası, Batı’da olduğu şekliyle, iklim ve çevre (kızıl-yeşil evren) hareketiyle daha doğrudan ilgilidir. Son yıllarda Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde işçi hareketinin mirasçısı olan geleneksel sosyal meselelerin siyasi tahayyülü ile siyasi ekoloji arasında bir yakınlaşma yaşandı. İnsanların ve doğanın sömürülmesi arasındaki koşutluk tartışmalı olduğu ölçüde bu iki dünya arasındaki uzlaşmanın kırılganlığını koruduğu kuşkusuz. Ancak yine de, savaş sonrası döneme atıfta bulunan bir oyunda, ekonomik müdahaleciliğin yeniden canlandırılması etrafında stratejik bir anlaşma şekilleniyor. Amerikan ve Avrupa versiyonları birbirinden oldukça farklı olan Yeşil Yeni Mutabakat’ta hem önündeki güçlüğe karşılık oluşturabilecek hem de gerçekten sosyal adalet hedeflerine dayanan yatırım planlarını henüz yapılandırabilmiş değil ancak kendini Batı solunun ortak zemini olarak benimsenmiş durumda.

Yine de Yeşil Yeni Mutabakat’ın gücü aynı zamanda zayıflığıdır. Ekonomik ve sosyal yeniden yapılanmaya dönük bu plan, enerji geçişini servetin yeniden dağıtımına, yatırım kanallarının kontrolüne ve hatta iş güvencelerine tabi kılarak istihdam sorunu engelini aşmayı amaçlamaktadır. Bu şekilde tanımlanan bu proje, Küresel Kuzey ve Küresel Güney arasındaki yapısal eşitsizlikleri koruma riskini taşımaktadır. Sözde “gelişmekte olan” ülkeler bu tür planları finanse edecek araçlardan yoksunken, Kuzey’deki ortakları tekno-bilimsel sermayelerini yalnızca “liderliklerini” ve güvenliklerini güçlendirecek bir yenilemeye yönelik olarak yeniden yatırıma dönüştürmek için gerekli kaynaklara sahip olacaklar. Tooze’un yakın zamanda analiz ettiği bu paradoks, sosyal-ekolojik sol açısından, biraraya gelme çağrısından yani kapsayıcılık söyleminden ve küresel adaletten ödün verdiği ölçüde daha da utanç vericidir. Küresel Güney’den bakıldığında, Yeşil Yeni Mutabakat genellikle sömürgeciliğin kaynak çıkartma (ekstraktivizm) döneminde kazanılan avantajların tahkimi gibi görünmesinin yanısıra küresel açıdan çalkantılı bir dönemde gelişmiş ekonomiler için bir cankurtaran simidi izlenimi de yaratıyor.

En azından 1990’lardan beri, Batı çevreciliği, özellikle Hindistan’dan sert eleştirilere konu oldu. Örneğin Ramachandra Guha, Amerikalıların yerli halkın yerinden edilmesi sayesinde kurulmuş olan doğal parklar yoluyla, vicdanlarını kentsel ve endüstriyel suçlarından arındırmalarını sağlayan, “vahşi doğa”ya dair sömürgeci ve ırkçı imgelemi ifşa etmişti. Zenginlerin çevre politikalarına eşlik eden bu sömürgeci arıza, Yeşil Yeni Mutabakat paradoksuyla da varlığını bir ölçüde sürdürüyor. Ekolojinin, evrenselci, ahlaki söylemi ile, dengelemeye çalıştığı yapısal, maddi eşitsizliklerin daha karanlık gerçekliği arasında uzun zamandır bir boşluk var ki toplumsal meselelerle bağlantılı olduğu zamanlar da bu sürece dahil. Dolayısıyla ekolojinin ahlaki üstünlüğünün pek bir şey ifade etmediğini; bunun verili değil, daha ziyade düzmece bir şey olduğunu biliyoruz. Barışçıl fikirler genellikle şiddetli bir dünya ile derinden bağlantılıdır.

Ve bu bakımdan da Çin’in kararı oyunu altüst etti. Aslına bakılırsa Xi’nin fosil yakıt bağımlılığını aşamalı olarak sona erdirme planı ne maden çıkarıcı (ekstraktivist) sanayiciliğin neden olduğu çevresel tahribata ilişkin ahlaki bir argümana ne de kapitalist sömürü sistemini durdurma veya ortadan kaldırma arzusuna dayanıyor. Sadece eko-modernist perspektif olarak adlandırılabilecek bir açıdan tüm bunların maddi temelini değiştirmeyi amaçlıyor ki bu da iktidar hırslarıyla bağdaşmaz değil. Öyle ki, dikey, yukarıdan aşağıya bir tarzda kararlaştırılmış olan bu planın Çin ekonomisinin küresel ölçekteki ağırlığından ötürü küresel iklim ve dolayısıyla tüm insanlık için yararlı sonuçları olması muhtemel ve onu Fransa’da benimsenen benzer bir plandan ayıran şey de bu. Aynı zamanda bu plan, kararları Pekin’de alınan ve Çin başkanının oynamayı iyi bildiği bir oyun olan küresel güç oyununun yanal bir sonucu.

Biz Avrupalılar, ekoloji meselesinin, artık enerjisini tüketmiş bir kurtuluş hareketinin yerini aldığını düşünme eğilimindeyiz ki ben de bir istisna sayılmam. Başka bir deyişle, çevreciliğin, ekonomik sömürünün ve bireyci ümitsizliğin pençesini gevşetebilecek yeni bir üretim ve tüketim rejiminde toplumsal eşitlik ve özgürlük taleplerini güçlendirdiğini düşünüyoruz. Kısacası, önemli olan, hızlı büyüme dönemine eşlik eden toplumsal tipten koparak yeni bir toplumsal tipin ortaya çıkmasını teşvik etmek ve durma noktasına gelen demokratikleşme ve sosyal içerme sürecini yeniden canlandırmak için buna güvenmek oluyor. -Bizim benimsediğimiz- bu proje, Çin’in duyurusunu açığa düşürmek, insanlığın önündeki zorluklara çare olmadığını veya sorunu otoriter yollarla çözüm sunduğunu öne sürmek için kullanılabilir. Bu pek tabii ki olabilir. Ancak bu stratejiyi benimsersek -ki söz konusu çevrelerde bu tavrın hakim olduğuna inanıyorum, ister istemez içinde dolaştığımız jeopolitik ve ideolojik suların derinliklerine nüfuz edememe ve dolayısıyla kendi projemizin tarihsel anlamını kavrayamama riskiyle karşı karşıya kalabiliriz.

Gerçekten de kıstırıldığımız çatışmanın, sömüren, yabancılaştıran ve kaynakları tüketen kapitalizm ile insanlar arasındaki ve insanlarla insan olmayanlar arasındaki uzlaşmanın politik bir ekolojisi arasında olduğunu düşünmek, meseleyi fazlaca basitleştirmek olacaktır. Bu, çevreciliğin karşı-kültürel sözlüğünü, kızıl-yeşil evrendeki toplumsal eleştiri sözlüğü ile birleştirmenin sonucu olabilir: Ya ekoloji ya da barbarlık. Ama şimdi kendimizi, maddi ve toplumsal çelişkilerine saplanmış, yaşlanan bir fosil kapitalizminin, hem hızlandırılmış dekarbonizasyona girişen bir devlet kapitalizmiyle hem de ilerlemenin anlamını ve üretimin toplumsal değerini yeniden keşfetmenin daha zorlu ve radikal yoluyla bir arada var olduğu bir durumda buluyoruz. Durumun bu tarifini, tüm iptidailiğiyle kabul edersek Avrupa’nın kızıl-yeşil solu farklı bir önem kazanır. O vakit bu sol, ilerleme cephesini sanki evrensel bir misyon üstlenmiş gibi temsil ettiği ve şaşmaz şekilde fosil olduğu varsayılan- kapitalizmle ikili bir çatışmaya mahkûm olmaktan çıkar. Geliştirilmekte olan Çin modeli, hem 2016 Paris Antlaşması’nda tanımlanan küresel iklim hedefleriyle uyumlu hem de muhtemelen sosyal-ekolojik hareketin savunduğu yeşil demokrasi idealiyle gerilim içinde olan üçüncü bir kalkınma modeli sunuyor.

Başka şekilde söylersek politik ekoloji benzersiz karşı model olma statüsünü kaybediyor; tartışmalarda kendini anti-hegemonik bir siyasal yapı olarak dayatma yeteneğini yitiriyor. Buradan da iki soru çıkıyor. Birincisi, artık “elini kirletme” riskini de alarak, en azından salt iklimsel düzeyde en temel olanı korumak adına, Çin modeliyle ne tür bir ittifak kuracaktır? Ve buna nazaran, bu yeni paradigma karşısında kendi özgüllüğünü nasıl ortaya koyacaktır?

Avrupa’nın toplumsal-ekolojik solu, Çin’in bu duyurusunu bir yere oturtmak durumunda: Acaba Çin merkezin iklim çıkmazını aşmaya yönelik izleyeceği yolu somutlaştırmak suretiyle “sahne ışıklarını kendi üstüne mi çekmektedir” yoksa, Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkileri de içeren, üç oyunculu ve çok daha karmaşık bir oyunda bir gedik mi açmıştır da bu gedikten gecikmeksizin içeri girmek mi gerekir? Bu gedik ise gayet açıkça fosil kapitalizminin yani Amerikan yaşam tarzının kesin olarak güçten düşmesi (gerçekten de ABD şu anda küresel siyasi ve ekonomik sahnede en zayıf oyuncu olarak görünüyor) ve buna bağlı olarak Çin ile Avrupa arasında daha doğrudan bir tartışma imkânının önünün açılmasıdır. Soruyu daha da basitleştirelim: Ekolojik dönüşüm hangi siyasi oluşumlarla desteklenmelidir? Avrupa ekolojisi gerçekçiliğe yönelmelidir. Bu, diğer jeopolitik oyuncularla agresif, ateşli bir tartışmaya girmesi gerektiği anlamına gelmez ancak kendisini rızaya dayalı, pasifleştirici ve hatta ahlaki terimlerle ifade etmeye yönelik zararlı alışkanlığından vazgeçmesi ve karmaşık bir siyasi alanda oynamayı kabullenmesi gerektiği anlamına gelir.

Böyle şeylerin hatırlatılması her zaman hoşumuza gitmese de sonuçta bu boyut toplumsal refah tarihinde daima mevcut olmuştur. Koruma sistemlerinin gelişimi Prusya’da başladı ve Xi Jinping de bir bakıma ekolojinin Bismarck’ına benziyor sanki: çevresel adalet taleplerine kulak vermediği gibi bunları ancak susturmak amacıyla öngörmekle ilgileniyor. Avrupa’da savaş sonrası dönemde sosyal haklarda kaydedilen ilerleme faşizm hayaletini, bertaraf edilmesi gereken savaş olasılığını, Bolşevik ihtimalini ve Amerikan etkisini birleştiren jeopolitik oyunun dışında anlaşılamaz. Bir İngiliz milletvekilinin dediği gibi, “Ulusal Sağlık Hizmetleri, 2. Dünya Savaşı sırasında Almanların İngiltere’ye yönelik hava saldırılarının bir yan ürünüdür.”2 Gerçek şu ki kurtuluşa çoğunlukla ve hatta öncelikle ahlaki cömertlik ifadeleriyle erişilmez; bu aynı zamanda bir güç meselesidir. Lenin figürü, belki tam da ekoloji henüz kendi Lenin’ini bulamadığından, eleştirel düşüncede tekrar rağbet görmeye başladı.

Dolayısıyla ekoloji hareketi strateji, çatışma ve güvenlik hakkında konuşmayı kabul etmelidir; kendisini, sosyal ve demokratik talepleri geriletmeden iktidar fikrini benimseyen politik bir yapı inşa etmenin dinamikleri olarak sunmalıdır. Esasen bu talepler ancak belirli politik yansımalara ve uygulamalara dönüştürülmek şartıya hayata geçirilebilir. Ancak bunun mümkün olması için ahlaki depolitizasyon eğilimimizi aşmalıyız zira artık fosil kalkınma paradigmasının eleştirisi bizim tekelimizde değil. Yeni bir mücadele alanı oluşuyor ve orada varlık göstermekten başka seçeneğimiz yok.

×

(1) Adam Tooze, “Did Xi Just Save the World?” Foreign Policy, September 25, 2020 →.
(2) Aktaran: Jan-Werner Müller, Contesting Democracy: Political Ideas in Twentieth-Century Europe (Yale University Press, 2013), 131.

Fransızcadan Gila Walker tarafından çevrilmiştir.

Bu makale ilk olarak 30 Eylül 2020’de, Le Grand Continent’te “Le tournant réaliste de l’écologie politique” başlığıyla yayınlandı.

Pierre Charbonnier bir Fransız filozof, Paris’teki Sciences Po’da öğretmen ve şu anda Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nde (CNRS) araştırma görevlisidir. Affluence and Freedom: An Environmental History of Political Ideas kitabının yazarıdır (orijinal Fransızca baskısı 2020, Polity’den İngilizce olarak çıkacak, 2021).

Çeviri: Serap Güneş

Redaksiyon: Polen Ekoloji

Kaynak

Yorum bırakın

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Yukarı ↑