Terry Eagleton – İşçiler Hiçbir Zaman Cahil Değildi

Beveridge Raporu’ndan seksen yıl sonra, raporun beş “Devasa Musibet”i[1] hala varlığını koruyor

23 Kasım 2022

Çeviren: S. Erdem Türközü

Freud ne derdi? (Photo Library Wales/Construction Photography/Avalon/Getty Images)

Beveridge Raporu’nun[2] yayınlanmasından on altı yıl önce, Britanya’nın emekçi halkı, başlarına ne tür sorunlar gelirse gelsin, cehaletin bunlardan biri olmadığını gösterdi. Maden sahipleri zaten yoksul olan kömür madencilerine daha düşük ücretler ve daha uzun çalışma saatleri dayatmaya çalışınca 1926 Genel Grevi patlak verdi. Kısa süre içinde diğer sektörlerde (ulaşım, demir, çelik, inşaat, matbaa ve benzeri) çalışan üç milyon işçi de greve katıldı.

Bu insanlar cebirsel topoloji ya da post-Empresyonizm tarihi hakkında pek bir şey bilmiyor olabilirlerdi ama nasıl örgütleneceklerini biliyordu. Beveridge’in hayırsever pederşahiliğinin nesneleri değil, kendi kaderini tayin eden faillerdi. Ayrıca yokluk ve sıkıntı, adalet ve dayanışma hakkında da bilgi sahibiydiler. Gerçekten cahil olanlar, grev kırıcı olarak hareket eden ve hemşerilerinin çoğunun yaşamak zorunda olduğu koşullar hakkında hiçbir şey bilmeyen Oxford ve Cambridge’in yüksek eğitimli lisans öğrencileriydi. On yıl sonra, bilgili ve eğitimli yeni bir kuşak, açlık yürüyüşçülerini yuhalayacaktı.

Maaş paketinizin küçüldüğünü bilmek için matematik alanında doktora yapmanıza gerek yok. Westminster siyasetinin kendileri için pek bir şey yapmayacağına inandıkları için siyasete ilgisiz olan insanlar, işlerini tehdit ettiğinizde ya da arka bahçelerinden otoyol geçirmeye çalıştığınızda bir gecede bilgili hale gelebilir. Viktorya Dönemi Lancashire’ında birlikte Shakespeare okumak için işten bir saat önce kalkan değirmen işçisi kadınlar da dâhil olmak üzere, kendi kendini yetiştirmiş çalışan insanlarınki kadar takdire şayan çok az gelenek vardır. Ruskin Koleji, İşçi Eğitim Derneği ve üniversitelerin “Extra-Mural”[3] olarak adlandırılan bölümleri, bazen Oxbridge’e gitmemiş herkesi kapsayan bir kategori olan bu tepeden bakan “otodidaktlar” içindi.

Her hâlükârda, eğer bilgi her şey demek değilse ne olacaktı? Shakespeare okuyan değirmen işçilerinin alacakları edebiyat eğitimi, bir mucize eseri akademiye girmiş olsalardı, oldukça değersiz olurdu. O dönemdeki edebiyat çalışmaları, kuru bilim ve abartılı zırvaların bir bileşimiydi. Thomas Hardy’nin Jude Fawley’i[4], Oxford’a girmeye çalışan bir taş ustasıdır, dekanlar tarafından reddedilir, hayattaki düşük mevkiine bağlı kalması tavsiye edilir ve tipik bir Hardy’esk ironiyle, kendisini dışarıda bırakan üniversite duvarlarını onarmaya geri döner.

Yine de Hardy, Jude’un hırslarının gerçekçi olmadığı kadar yanlış olduğunu da açıkça ortaya koyar. Bu köhne öğrenim kalesinin dışında, yazarının hayranlık duyduğu pratik becerileri kullanarak daha iyi bir yaşam sürebilir. Hardy’nin kendisi de taşralı bir hödük değildi; mimarlık eğitimi almıştı ve el emeğine derin bir saygı duyuyordu. Büyük bir edebiyat şöhreti olarak yeni bir binanın açılışında bir plaketin örtüsünü kaldırmakla onurlandırıldığında, elini taşın üzerinde gezdirip kokladığı görülmüştü. Yurttaşlarının büyük çoğunluğundan daha iyi bir eğitim almış olmasına rağmen o da otodidakt olarak tanımlanıyordu. Yine şu Oxbridge meselesi.

Bilginin abartıldığı bir başka anlam daha vardır. Sokrates sadece cehaletten dolayı yanlış yaptığımızı öğretti; doğru anlayışa sahip olsaydık erdemli olurduk. Bu son derece olanaksız doktrine neredeyse hiç kimse inanmamıştır, en azından Romalılara Mektup‘ta kendi eylemlerimizi anlamadığımızı iddia eden Aziz Pavlus: “Çünkü istediğim şeyi yapmıyorum, ama nefret ettiğim şeyi yapıyorum…” Pavlus’un gördüğü ama Sokrates’in görmediği şey, bizim parçalanmış, kendi içinde bölünmüş, bilgisi arzularımızla uyumsuz yaratıklar olduğumuzdur. Usta yanlış bir şey yoktur -aslında, onsuz yok oluruz- ama sonuna kadar gitmez. Üstün gelecekse, köklerini duyularımıza ve duygularımıza salmalı ve onları içeriden şekillendirmelidir ki yapmamız gereken şey aynı zamanda yapmak istediğimiz şey olsun. Görev ve yükümlülük tek başına bunu başaramaz. Bunun alternatifi, usun duyuları ve duyguları bastırmasıdır; ve bu çok şiddetli bir şekilde gerçekleşirse, hastalanma eğiliminde oluruz. Söz konusu hastalık Freud’un nevroz dediği şeydir.

Freud, sonunda kazanacağını düşündüğü usa karşı derin bir saygı duydu. Genelde hem kötümser hem de irrasyonalist olarak görüldüğü göz önüne alındığında, bunu yapması biraz şaşırtıcıdır. Ama us yalnızca sınırlarının farkında olursa gelişir. Bu sınırların ötesinde, Donald Rumsfeld’in insan bilgeliğinin toplamına yaptığı tek katkı olarak bilinen bilinmeyen ve Freud’un bilinçdışı dediği şey yatar. Bu karanlık bölgede neler olup bittiğinin farkında olmadıkları için insanlar kendilerine karşı opaktırlar.

Bu sadece Freud’un görüşü değil, modern çağın en tipik inançlarından biridir. Bir zamanlar diğer insanların deşifre edilmesinin zor olabileceğini ama en azından kendimize karşı şeffaf olduğumuzu düşünürdük. Bununla beraber Nietzsche’den Freud’a, bunun bizim olduğumuz son şey olduğuna dair ayıltıcı bir farkındalık oluştu. Sadece kendimizi tanımamakla kalmıyoruz, aynı zamanda birey olarak hareket edebilmemiz için bu cehalet hayati önem taşıyor. Cehalet sizin için iyidir. Nasıl ki söylediklerimizi yöneten dilbilgisi kuralları hakkında düşünürsek tutarlı bir biçimde konuşamazsak, aynı şekilde yaratımımıza giren birçok şeyi bastırmadan hareket edemez, hissedemez ve düşünemeyiz.

Yani bastırma sizin için de iyidir, ama çok fazla değil. Bizi biz yapan şey mutlaka bilgimizin kapsamı dışında kalmalıdır. Bunu incelemeye çalışmak, gölgenizin üzerinde zıplamaya ya da kendinizi kendi çizmelerinizden tutup kaldırmaya çalışmak gibi olacaktır. Varlığımızda tam ortadan geçen bir yarık vardır. Ya da psikanalist Jacques Lacan’ın esrarengiz bir şekilde ifade ettiği gibi: “Olmadığım yerde düşünüyorum, dolayısıyla düşünmediğim yerdeyim.”

Çağlar boyunca insan türü ussal hayvan, gülen hayvan, emekçi hayvan ve benzeri sıfatlarla anıldı. Şimdi ise hasta, cahil, nevrotik, kendinden bihaber [self-oblivious] bir hayvan olduğumuz anlaşılıyor ki bu pek de ilham verici bir haber değil. Elbette bilgi sahibi olabiliriz ama bu bilgi bir tür kurgudur. Nietzsche ve onun post-modern evlatları için bilgi, dünyayı çıkarlarımızı ve arzularımızı kolaylaştıracak şekilde parçalara ayırmaktan ibarettir. Bilgi bir güç aracıdır -çevremize hâkim olmak ve onu düzenlemek için bir araç. Nietzsche’ye göre bu amaçla, bir yalan gerçekten daha etkili olabilir. Her durumda, hakikatler gerçeği unutturan kurgulardır.

Hakikate yönelik bu saldırıdan günümüz ABD seçimlerini inkâr edenlere kadar uzanan bir çizgi çizmek olanaklıdır. Aradaki fark, Nietzsche ve Freud cehalet için incelikli bir neden ileri sürerken, seçim inkârcılarının sadece cahil olmalarıdır. Onlar için gerçek, inanılması en uygun olan şeydir. Bu kısır, verimsiz bir cehalet türüdür ama bunun daha üstün biçimleri de vardır. Örneğin hiç kimse geleceği, yani neyin kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğini bilemez. Bunu tanrı bile yapamaz çünkü kaçınılmaz olarak olacak şey diye bir şey yoktur ve dolayısıyla bilinecek bir şey de yoktur. Geleceğin bilinmemesi piyasalar için bir pişmanlık nedenidir. Eski zamanlarda hükümdarlar geleceğe bakmaları ve iktidarlarının nesiller boyu süreceğine dair güvence vermeleri için kâhinler ve falcılar tutardı. Wall Street’in de benzerleri var ama onlar da aynı şekilde yanılabilir.

Bununla beraber sonuçta mutlak bilgiyle dipsiz cehalet arasında bir seçim yapmak zorunda değiliz. Bu ikisinin arasında bir yerde yer alan önemli bilme biçimleri vardır: örneğin zımni bilgi olarak adlandırılan ve söyleyebileceğimizden daha fazlasını bilmeyi içeren bilgi. Bir melodiyi mırıldanırken aynı anda başka bir melodiyi ıslıkla çalmayı biliyor olabilirsiniz ama bunu nasıl yapacağınızı bir başkasına anlatmayı deneyin. Ya da bedensel bilgiyi düşünün -bir kütüphaneye gitmeye ya da deney yapmaya gerek kalmadan sol ayağımın nerede olduğunu bildiğim gerçeğini. Bilgimizin çoğu bu türdendir. Bir de bilimsel modellere uymayan diğer insanların bilgisi vardır. Başkalarını ancak kendilerini size ifşa ederlerse -yani eşyaların olmadığı bir şekilde sizin için hazır ve nazır olurlarsa- bilebilirsiniz. Volkan bilimciler volkan patlamalarında hazır ve nazır olabilir ama volkanik patlamalar onlar için hazır ve nazır değildir.

Thomas Hardy’nin Jude Fawley’de hayranlık duyduğu türden pratik bilgi, ne cehaletle ne de bedensiz usla ilgili bir sorundur. Bunun yerine, bilmek ve yapmanın ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlandığı noktayı temsil eder. Aslında “bilmek” sözcüğü “yapabilmek” sözcüğüyle (Eski İngilizce cunnan‘dan) ilişkilidir. Genel Grev aktivistlerinin ortaya koyduğu, düşünce ve eylemin bu birliğidir. Bunu yaparken öyle bir öcü yarattılar ki, bugün sendikacılarla söyleşen TV gazetecileri, bu korkunç olayın tekrarlanıp tekrarlanmayacağını sorma eğilimindedir; şüphesiz sadece dokuz gün sürdüğünden habersizler.

Yine de bundan bilginin tamamen araçsal olduğu sonucunu çıkarmamak gerekir. İnsanların özgür olmak için bilmeye gereksindikleri zamanlar olduğu gibi, bilginin kendinde bir amaç olduğu zamanlar da vardır. Eskiden bu tür çalışmaların serpilebileceği üniversite olarak bilinen yerler söz konusuydu ama binaları ayakta kalsa bile çoğunlukla yok oldular. Öyle olsa bile, Balzac, Beethoven ya da kara delikler hakkında bilgi edinmenin zevk ve büyüleyiciliğinden başka bir nedeni yok. Tiyatro oyunları yazarı Bertolt Brecht, “düşünmenin gerçek bir duyusal haz olabileceği” gelecekteki bir uygarlığı dört gözle bekledi. Önümüzde daha uzun bir yol var.

Kaynak metin: https://unherd.com/2022/11/the-workers-were-never-ignorant/


[1] Söz edilen beş “Devasa Musibet”: Yokluk, hastalık, cehalet, sefalet ve tembellik’tir -çn.

[2] Resmi adı Sosyal Sigorta ve Bağlı Hizmetler olan Beveridge Raporu, Kasım 1942’de yayınlanan ve Birleşik Krallık’ta refah devletinin kurulmasında etkili olan bir devlet raporudur.–çn.

[3] Yarı zamanlı çalışan öğrenciler için bölümler –çn.

[4] Hardy’nin Türkçe’ye Adsız Sansız Bir Jude olarak çevrilen romanının başkahramanı –çn.

Yorum bırakın

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Yukarı ↑